5 Ekim 2010 Salı

Boşanma...

Bazen de kopya çekmek istiyor insanın canı, hani bir nevî ''zihin tatili'' gibisinden. O yüzden bana dün gelen bir e-postadan alenen kopya çekeceğim bu yazıda, baştan söyleyeyim... Şu sıralar ben de dahil, etrafımdaki hemen herkes ve herşeyde bir silkinme, değişme, dönüşme, hızla değişen şartlara uyumlanma gayreti+huzursuzluğu mevcut, farkındayım.  Ve tabii bu öyle kendiliğinden, acısız, sıkıntısız, hooop diye oluveren birşey de değil, bildik, tanıdık ve gûya güvenli (!) kabukları kırıp artık dışarı çıkmak anlamına geliyor. Bu ''kırılma noktası'' da evvelâ ciddî bir karar ve bir dizi boşanma gerektiriyor. ''Boşanma'' deyince akla hemen yürümeyen bir evliliğin sonlandırılması sürecinin gelmesi de sadece bir ezber aslında, zira insanın değişebilmesi, dönüşebilmesi ve kendinden evvel değişmiş kimi şartlara uyumlanabilmesi için önce eski alışkanlıklarından, bağımlılıklarından, tozlu kalıplarından, ''mecburiyet'' saydığı nice şeyden ve kimi faydasız ezberlerinden de boşanması gerekiyor. Bu boşanmayı gerçekleştiremeyen, sürekli erteleyen, şu ya da bu zamana öteleyen mantık, bir yerde muhakkak tıkanıyor, sonra herşey fena düğümleniyor...

Şimdi ''kopyala/yapıştır'' kısmına gelelim:

Hepimiz durmak istiyoruz.

Durmak ve dinlenmek. Yalnız ve özgür. Almadan ve vermeden. Sadece durmak.

Bir süredir ruhumuz halden hale geçiyor. Üstelik bizim kontrolümüz dışında, çoğunlukla bize ''rağmen''. Kendisine en çok sözü geçenlerimiz bile, eski çizgi filmde olduğu gibi “değiş tonton” deseler de, bir türlü tam istedikleri yeni ruh haline geçemiyorlar.

Bir önceki notta yazmıştım, artık bize yarar sağlamayan alışkanlıklar, işler, insanlar, ilişkiler, şehirler hayatımızdan zaten çıkıyor. Ama geçen ayın ortalarında, durumda şöyle bir değişiklik oldu, eskiden bu arınmayı dışarıdan izlerken, artık yararsız alışkanlıklara tahammülümüz kalmayıverdi bir anda...

Toleranslar dip yaptı. Bize hizmet etmeyen her şey ve herkesten kopmak istedik. Bazen konuşarak ve çatışarak, bazen karşımızdaki düşünce ya da insan bilmeden, sessiz vedalarla, bazen ağlayarak, bazen şükrederek, yeniden doğabilmek için, acı verse de, kendi göbek bağlarımızı kestik. Çünkü “artık” dayanamıyorduk!..

Bu bencilce bir terk ediş, bir özgürlük arayışı değildi. Sadece artık, vermemize alışılan şeyleri, yapmamıza alışılan özverileri devam ettirmek istemiyorduk. Defansif bir bencillik belki, ama kesinlikle karşı tarafla ilgisi olmayan bir şey, sadece kendimizle ilgili. Yine de üslubumuz biraz sertleşti. Kırıcı olmaya çalışmasak da, olabildiğimizi fark ettik.

Ciddi bir gecikme duygusu geldi sonra. Değişimin hızı ve ivmesi yetmemeye başladı. Ani ve radikal kararlar almak istedik. Aslında gerekmediğini bilsek de kaçmak istedik. Her şey ve herkesten... Kaplumbağalar gibi, içimize saklanmak istedik. Bu aşamada hem yalnız olmak istedik, hem de yalnızlıktan korktuk, o yüzden kaçamadık.

Hatta bazılarımız, henüz ölmemiş olsa da, bayılmış ilişkilerini 2. (ya da kimbilir kaçıncı?) bir denemeyle ayıltmayı umdular. Kendi kabukları yetmeyince, o kabuğa saklanamayınca, nicedir bildik, tanıdık insanlara saklanmayı bir seçenek olarak düşündüler. Aşmış oldukları alışkanlıkları, kopmak istedikleri yeni alışkanlıklarına tercih ettiler. (Aferin, tebrikler!.. Görünüşte gayet pratik bir kısayol tabii, peki ya sonra?.. kısmına hiç girmeyelim en iyisi...)

Bu arada kendimizi desteksiz hissettiğimiz için sırt ve omuzlarda, esnekliğimizi kaybettiğimiz için boyunda, kendimizi kendimize ve herkese zor ifade ettiğimiz için boğazımızda, hayatı bütün keyifleriyle içimize çekemediğimiz için solunum yollarımızda sorunlar, ruhumuz zihnimizle çeliştiği için uyku zorlukları ortaya çıktı.

Koptuğumuz insanlar da gözyaşları olup, öyle çıkıp gittiler bizden.

Şimdi durma zamanı. Durmak ve dinlenmek lazım. Ne yapıyorsun diyenlere, ''hiç yapıyorum'' demek lazım. Buna ihtiyacımız var...

Sürekli ilerlemek ve yükselmek için, bazen beklemek gerekir. Daha da yükselebilmek için, diğerlerinin ruhlarını da beklemek, enerji toplamak için dinlenmek, mola ve teneffüs gerekir.

Şimdi tam o zamandayız işte...

Bunun uzun bir süre olması şart değil, 2-3 gün bile yeter. Uzun sınav dönemlerinden sonra kendinizi boş duvara bakarken yakaladığınız o boşluk hissine ihtiyacımız var. Anadolu’da “yetemediğin köyün berisinde yat” diye bir tabir var. Köye çok yaklaşmış olduğumuzu hissetsek bile, o köy “yuva”mız olsa bile, şimdilik biraz berisinde yatmamız lazım...

O arada detokstu, ruhsal çalışmalardı filan, disiplinli hiçbir şey de yapmamak lazım. Canınız istiyorsa faydalı tabii, ama asla şart değil. Hiçbir mecburiyetin olmadığı bir tampon bölgede, nötr ve bağımsız olma hissi.

10 Ekim’e kadar bunu muhakkak yapın. Ruhen dinlenmiş, güçlü, dengeli ve sağlıklı olarak karşılamamız çok önemli olan 10 Ekim’de ise, sevdiklerinizle bir sinerji oluşturup, yeni dönemin başlangıcını kutlayın. Festivalde herkes eğlenirken, uyumak istemezsiniz sanırım:)

Neşeniz  bilir.

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.

Maksat bir, rivayet muhtelif.

Sevgi ve ışık,

Korkut...

E benden de sevgili Korkut Keskiner'e sıkı bir teşekkür tabii, dün geceki jetlag nöbeti sonrası uyanmış, kahvemi içerken beni uzuuun uzuuun blog yazma zahmetinden kurtardığı ve bana kısa da olsa bir ''zihin tatili'' sağladığı için değil sadece:) İçten üslûbu ile, tamamen ''doğru''ları ortaya serdiği için. Hepimizin kendilerimizden boşanma süreci ''bütün''ün hayrına olsun efendim...

Hiç yorum yok: