9 Eylül 2012 Pazar

Türkiyeli bir ''öteki''.../2.Kısım


Hikâyenin ilk bölümünü hatırlamak isteyenler buraya lûtfen... Evet, şimdi devam edelim kaldığımız yerden. 
Ve aradan birkaç sene geçer. Şarhon çiftinin ilk çocukları Sami, 1951 yılında, İstanbul'da dünyaya gelir. İsak S.Şarhon artık muhasebe ile uğraşmaktadır, çizim yeteneği hiç yok olmasa da, bununla ilgili bağımsız bir iş yapma durumu rafa kalkmış, evlenip bir aile kurması ile bir bakıma macera süreci de sona ermiştir. Hayat görünürde sadedir, o yılların İstanbul şartlarında, herhangi bir aile gibi yaşanmaktadır. Ekonomik sıkıntılar olsa da, genel olarak ciddî bir sorun yoktur. Bu arada küçük Sami büyümekte, farklı dinlerden, farklı köklerden, farklı isimlerde arkadaşları ile oynamakta, aileler, komşular birbirlerine destek olmakta, görüşmekte, doğumu, düğünü, ölümü, bayramı, mutfaklarda pişenleri, acıyı-tatlıyı paylaşmaktadır...

1955 senesinin Eylül ayına kadar bu böyle gider. Ne var ki; o Eylül bütün Türkiyeli ''ötekiler'' için  öncekilerden çok farklı olacak ve en acısı, o senenin 6-7 Eylül'ünde bozulacak olan dengeler bir daha asla eskisi gibi yerine oturmayacaktır:( 6-7 Eylül olayları ile, bildi-bileli hep yanyana yaşamış insanların mütevazı, huzurlu, sakin ve uyumlu hayatları adetâ bir makasla kesilmiş, bu tablonun içinden ''huzur, güven, birlik, beraberlik, uyum, hoşgörü'' gibi kavramlar hoyratça çıkarılmış, geriye kalan hüzünlü boşluk, vakitsiz çekilmiş bir diş gibi hep oradan sırıtmıştır! 1955'de Demokrat Parti iktidardadır, enflasyon yükselmekte, genel hayat standardı düşmekte, huzursuzluklar tırmanmaktadır. Bu arada; Kıbrıs Türklerine uygulanan baskılar da kamuoyunun gündemini meşgûl etmektedir. Zor zamanlardan geçilmektedir yani, ama bu kadarla kalmayacaktır, ne yazık ki kalmayacaktır... 
 
Detaylar için buraya bakılabilir, benim asıl anlatmak istediğim, bu olaylara bizzat tanık olmuş bir kişinin hissettikleridir. 41 yaşındaki adam, ufak oğlu kucağında, telâşla, nefes nefese kayınvalidesinin evine doğru yürümektedir. Kurtuluş'la Elmadağ arasındaki o kısa yol sanki bitmek bilmiyor gibidir. Evin kapısına ulaşan adam etrafına bakınır ve hemen içeri girer. Küçük Sami'yi anneannesinin kucağına verir, ne olursa olsun kimseye kapıyı açmamalarını, pencereleri, perdeleri kapatmalarını, o tekrar gelinceye kadar da asla evden çıkmamalarını tembihler. Evden çıkarken, anneannesinin kucağından etrafa şaşkın şaşkın bakmakta olan küçük oğluna dönüp son bir kez bakar ve kapıyı çekip gider. Tam olarak neler olduğunu öğrenmek için, seslerin geldiği tarafa doğru yola koyulur. Sami Şarhon'un o güne dair hatırlayabildiği ise, babasının hızlı adımları, aşağıdan, Taksim tarafından yukarı doğru yürümekte olan kalabalığın attığı öfkeli sloganlar, cam şangırtıları ve kaynağını henüz bilemediği bir korkudur...

İsak S.Şarhon derin bir nefes aldı, sonra sustu. Karşılıklı sustuk bir müddet. Sonra; babasının  uzun süre çalıştığı Beyoğlu'ndaki o zamanların meşhur Mayer Mağazası'na giderken gördüklerini anlattı kısaca, fazla uzatmadan... O şık-şıkırdım dükkânların halini, ortalığa saçılan kumaş toplarını, dükkân raflarından indirilip caddeye yığılan malları, yağmayı ve kontrolden çıkmış insanların vahşî öfkesini anlattı. Bu hadiseler içindeki asıl hedef Rumlar olsa da, diğer ''ötekiler''in payına düşen epey acı, korku, huzursuzluk ve ziyan vardı elbette. Senelerce yanyana, içiçe yaşadıkları insanlarla aralarına birden korkunç bir ''yabancılık'' girmiş, birçok insan yaralanmış, maddî zarara uğratılmış, kadınlara tecavüz edilmiş, bazı mezarlık ve tapınaklar darmadağın edilmiş, ölenler de olmuştu. Olayların bilânçosu hayli ağırdı, Türkiye bu yaşananlarla uzun yıllar sonra yüzleşecek, bu konuda yazılan kitaplar, çekilen filmler çok ilgi görecekti belki ama? Hiçbiri gerçekliği değiştirmeye yetmeyecekti elbette. İsak S.Şarhon yeniden kayınvalidesinin evine dönüp, oğlunu sağ-salim bulmuştu, evet, ancak; artık hiçbir şeyin o kapıyı çekip çıktığı zamanla aynı olmayacağının da farkındaydı. Ve ondan sonra hiçbir şey gerçekten de aynı olmadı, olamadı...



Farkettim ki; karşımda oturup bana uzun hikâyesini anlatan bu yaşlı adam, bir ülkenin belleğine utanç tablosu olarak kaydedilmiş o zamanlar üzerinde fazla durmak istemiyordu. ''Komşulardan, tanıdıklardan çok kişi evini, malını satıp-savıp gitti, başka yerlere yerleştiler. Herkes bir tarafa dağıldı işte. Evet, kötü günlerdi, zor günlerdi ama geçti...'' demekle yetiniyordu. Çünkü o doğduğu toprakları, memleketini, yaşadığı şehrini, bu ülkenin insanlarını seviyordu. Ağzından kimseyi suçlayan, yeren, kınayan en ufak bir söz çıkmadı. Büyük oğlu Sami Şarhon da ''çocukken oynadığımız sokak oyunlarında hep bizim  payımıza düşen o  (korkak Yahudi) rolüne itiraz etmezdik, çocuktuk, bunun üzerinde fazla düşünmüyorduk galiba...'' diyerek konuyu bağlıyordu. Oysa çocukluk günleri geçecek, insan genç olduğunda bazı şeylerin artık çocuk oyunlarından daha farklı ve ciddî olduğunu görecek, gitmeyi değil, kalmayı seçenlerden olmanın kimi kez ağırlaşan yükünü ağırbaşlılıkla taşımayı da öğrenecekti. Gene de; bu insanların ''ötekileştirme'' mantığı üzerinde fazla durmak istemedikleri açıktı, ben de zorlamadım zaten, bırakalım öyle kalsındı. Bilinen yegâne gerçek zaten ortadaydı, 6-7 Eylül 1955'den sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olamamış, insanların arasına daha evvel belki akıllarına bile getirmedikleri  o acımasız ''farklılıklar'' hançeri saplanmıştı bir kere... Üstelik; o hançer hâlâ saplandığı yerde duruyor, üzerinden 57 koca yıl geçmiş olmasına rağmen, farkında mısınız bilmem? Hayırlı haftalar OLsun hepimize... 

(Görsel tur için buraya müracaat lûtfen, 57 yıl önceki Eylül'den ve olaylardan kareler. Tam bir rezalet hakikaten, insan baktıkça utancı artıyor yâhû!..)

Hiç yorum yok: