31 Ekim 2010 Pazar

Directo/ Düz...


Yüzleşmek istedim; en az doğum kadar tabii bir durum olduğunu ve bizim bu hakikati hep bilerek, baştan kabûl ederek yaşayabilecek kadar mucizevî varlıklar olduğumuzu ruhuma bir defa daha hatırlatmak istedim. Üzeri o çok tanıdık yeşil örtü ile örtülü oymalı sanduka camii avlusunda, diğerleriyle birlikte ikindi namazını bekliyordu. Yaklaştım, başucunda bir masa ajandasından koparılıp raptiye ile tutturulmuş kağıt akşam esintisi ile havalanıp duruyordu. Üzerinde isim yazılıydı, ben o ismi taa ilkgençlik zamanlarımdan sevgiyle hatırlıyordum. En son karşılaşmamız birkaç ay önceydi, o artık hayli hasta ve yaşlanmış olmasına rağmen hâlâ o günlerdeki kadar zarif, kibar, inceydi...

Sonra ezan okundu, cemaat namaz için camiye girdi. Bu esnada, içimde haber bültenlerinde belki yüzlerce kere okuduğum o cümle dönmekteydi: ''Cenazesi ikindi namazını müteakîben...'' Bu ''müteakîben'' kelimesinde aslında müthiş bir veda sızısı saklandığını ben ancak dün farkettim. Çünkü sonrası artık fazla uzun sürmüyordu, namazdan çıkan cemaat tabutların başında duran imamın karşısında saf tutuyor, namaz sûrelerinden Sübhaneke sadece cenazelerde eklenen bir kısım olan ''ve celle senaüke'' ile birlikte okunuyor, imamın ''nasıl bilirdiniz?'' sualine herkes bir ağızdan ''iyi bilirdik'' diyor, üç defa sorulan ''hakkınız helâl midir?''e gene üç defa ''helâl olsun'' dendikten sonra o bir namazlık saltanat da sona eriveriyordu. Bundan sonrası kısa ve çok sessiz bir yolculuk, katlanan yeşil örtü, üzerine çörekotu serpilmiş hüzünlü beyazlık ve küreklerden ince bir toz bulutuyla boşalan topraktı ve işte hepsi o kadardı...

Okunan Kur'an-ı Kerîm'e içimden usulca eşlik ettim, tuhaf bir şekilde okunan kısımları ezbere biliyor olduğumu farkettim, yâhû ben bunları ne vakit öğrenmiştim? Artık vazifesini tamamlamış oymalı sandukayla kimsenin ilgilendiği yoktu, orada kapağı öylece yana bırakılmış vaziyette ve bomboş duruyordu. Yaklaştım, başucunda hâlâ dalgalanan isim yazılı kağıdı çekip aldım, sonra cenaze mezara yerleştirilirken üzerinden içine dökülen çörekotlarını gördüm. Bir tutam da ondan alıp kağıdın içine yerleştirdim, özenle katlayıp ufak bir paket yaptım, cebime koydum. Bunu niçin yaptığımı sormasın kimse, çünkü ben de bilmiyorum. Bir müddet daha üzerine ince toz bulutu çökmüş o kıraç tepede dikildim, başımdaki siyah namaz örtüsünü havalandıran esintiye fısıltıyla ''yavaşşş'' dedim. Herşey çabucak olup bitmişti belki ama, galiba insanın biraz yavaşlamaya ihtiyacı oluyordu o dakikada. Karşıda uzanan başkente baktım, hayatla ölüm arasındaki çizgi kadar düz göründü gözüme. İçim de bir o kadar düzdü, yüreğim bir daha asla geri dönüşü olmayan o son vedanın tanımsız acısını imbikten geçirdi, zihnim düşüncelerimi süzdü. Arabaya oturup şoföre ''öndekileri takip edeceğiz'' dedim, ''sağa sola hiç sapmadan, dümdüz...'' 


Ben vedaları hiç sevmedim ki; o yüzden elveda demeyeceğim, bütün akıbeti aynı olanlar gibi, zamanın bir yerinde muhakkak görüşürüz...

.....................................................................................................

(Bu yazı 04.08.2008 tarihinde, eski blog sayfam ''Tırmık İzi''nde ve daha sonra aynı isimle basılan kitabımda yayınlanmış, okurlardan en fazla geri dönüş alan yazılardan biri olmuştu. Çok değerli bir aile dostumuzun vefatı üzerine Ankara'da kaleme alınmıştı. Bugün gene bizleri çok eşit kılan o acıda, ''ölüm acısı''nda buluştuk. Bu defa canım arkadaşım Füsun Ünsal'ın annesi Muazzez Teyze'mizi sonsuzluğa yolculadık. Yolu ışıklı olsun, huzurla uyusun. Bugün bu acıyı bölüşmek üzere bir aradayken, bu yazıyı ilk yayınlandığı hali ile arşivden çıkarıp tekrar yayınlamam gerektiğini düşündüm, orada karar verdim ve şimdi bu kararımı uyguluyorum. Füsun'cuğum; bu da geçecek, hayat elbette eski ritmine dönecek ama senin yüreğindeki o bir tek mum hiç sönmeyecek, aynı yoldan defalarca geçtim, oradan biliyorum. Söyleyecek fazla söz ve söyleneceklerin de fazla bir anlamı yok ki, bu sebeple sabır ve metanet diliyorum canım arkadaşım, seni seviyorum...)

6 yorum:

Bana Sıkça Yaz dedi ki...

Diyor ki, Rumi, "Toprağın altının üstünden kötü olduğunu nereden biliyorsun?"

Ve muhteşem Grekler, bedene "soma" yani "tabut" derken belki onlar da doğumun öbür dünyadan buraya ölüm olduğunu biliyorlardı.

Güneş batar ama aslında sadece bizim için batmıştır, aynı saatlerde başka ülkeleri aydınlatmaya devam etmektedir.

Huzurla uyusunlar, huzurla arınsınlar...

Handan Demiralp dedi ki...

Evet, güzel nitelemelerinize aynen iştirâk ediyorum. ''Uyku'' tabirini de biz bu boyuttakiler kullanıyoruz zaten, aslında uyku falan yok, uyanıştan, aslolandan bahsetmek gerek. Geçişler hayırlı olsun, tekamüller ileri doğru... Teşekkür ve sevgimle.

Baturhan dedi ki...

Sayın "kahvegibi"nin yorumunu çok beğendim. Acaba bu yorumu paylaşmama müsaede ederler mi?

Handan Demiralp dedi ki...

Burada paylaşmış olduğuna göre, zannederim buna müsaadesi olur canım arkadaşım... İki sene evvel sevgili halan için yazılmış bu yazı arşivden çıktı ve gene blogun en fazla okunan yazılarından biri oldu. Ölümün verdiği acı hep aynı, her defasında buna dayanabilişimiz ise başka türlü bir gösterge zaten. Hayatın hiç durmadan aktığı ve bizden sonra da aynı şekilde akacağına dair bir gösterge. Kucaklıyorum, çok sevgiyle...

Profösör dedi ki...

"İnna lillahi ve inna ileyhi raciuuuuunn"

Handan Demiralp dedi ki...

''Şüphesiz hepimiz Allah'tan geldik ve gene O'na döneceğiz...''
Teşekkürler, eyvallah.