18 Temmuz 2009 Cumartesi

Hüzün üstü az sevinç...

Haber manşetlere ''İzmir yanıyor!..'' şeklinde düştüğünde çok sıcak bir gün yavaş yavaş akşamla yer değiştiriyordu. Bornova-Çiçekliköy mevkîinden yükselen dumanlar Karşıyaka'dan görülebiliyor, yangına su yetiştiren amfibik uçaklar ve helikopterlerin telâşlı uğultusu evimin pencerelerinden içeri doluyordu. Ben alelacele hazırlanırken çalmaya başlayan telefonlarım artık gecenin ilerleyen saatlerine kadar susmayacaktı, ''gidip de dönmemek var'' diye son bir defa kolaçan ettim ortalığı, ne vakit geri dönebileceğimi hiç bilmeden ve aslında bunu çok da düşünmeden kapıyı çekip çıktım...

Nefesim söndürmeye yetseydi eğer, öleceğimi bilsem de ciğerlerimin kapasitesini zorlayarak ateşe üfler, onların acısına son vermekte bir dakika bile tereddüt etmezdim. Ama benim naçiz nefesim közleri canlandırmaya yeterdi ancak, kararmış ve halen sıcak toprağın üzerine çaresizlikle çömeldim, elimdeki ısınmış su şişesini sıkıyordu parmaklarım, neden sonra farkettim. Gözlerime dolan yaşlara öfkelendim, hiçbirşeyi söndürmeye yetmeyeceklerdi, öyleyse niye akıyorlardı, insan koruyamıyorsa kendisine bahşedileni, o halde niye vardı? Önümdeki acı manzaraya baktım, baktım, baktım ama hiçbirşey göremedim. 70-80 yıldır vardılar, ayaktaydılar, alevler geldiğinde kaçamadılar ve öylece, ayakta öldü hepsi, onları burnumun ucundan hâlâ tüten toprağa damlayan gözyaşlarımla son defa selâmladım...

Hâlbûki; memleketimin ve dünyamın dört yanından, sevenlerimden, okurlarımdan fotoğraflar, mesajlar yağıyordu durmadan. Canım çocukluk arkadaşım, hayatımın ''olay yeri foto muhabirlerinden'' sevgili Baturhan Atabey bu fotoğrafı daha dün sabah yollamıştı. Dün gece geç vakit bakarken hatırladım, ''Tırmık İzi'' artık bir kitaptı. Yazdıkları kitap olmuş biri olmayı deneyimleme konusunda henüz oldukça acemîydim, öğreniyordum. Başucu kitaplarım arasında, en üstte artık kendi kitabım duruyordu, kendi yazdıklarımı tuhaf bir yabancılaşma hissi içinde yeniden okuyordum, orasını-burasını beğenmiyor, bir yazar olarak önce kendim kendimi eleştiriyordum. Bu işin lezzeti gayet kendine has, evet, itiraf ediyorum. Bu yüzden; benim dünkü vaziyetim ''pilav üstü az kuru'' gibi ''hüzün üstü az sevinç'' olarak açıklanabilirdi, duygularım bir o yana, bir bu yana durmadan gidip geldi. Ne tek başına hüzün, ne yalın haliyle sevinç, ikisine de yer açtım ruhumda. Yangın dönüşü, geç vakit eve vardığımda, acılı ve küskün bir dumanla tütsülenmiş giysilerimi çıkartırken banyoda, aynadaki yorgun sûretime baktım ve bağırdım: ''Ey hayat; durma, acele tarafından bir hüzün üstü az sevinç çek ablana!..''

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Sahip olduğu güzellikleri korumak her zaman insanın elinde değil sanırım..İnsan değerlerine ,varlığına,sahip olduğu güzelliklere sahip çıkmak için direnip mücadele ettikçe ,çırpındıkça öylesine acıtacak durumlarla ; beyni ve yüreği kör olupta sadece kendini düşünen insanlarla karşılaşıyor ki kendinin değil bu güzelliklerin yok oluşu acıtıyor yürekleri....

Handan Demiralp dedi ki...

Güzellikler yok olmaz değerli ''adsız'' okurum; şekil değiştirebilirler. Bu sebeple bazen ''şer görülende hayır vardır'' denir ya. Onurlu ve dürüst gayretler her zaman değerlidir, sahip olunanları korumaya her zaman yetmese de... Ama ''sahip olmak'' dediğimiz o şey aslında insanın en büyük yanılgısı değil midir? Neye, ne kadar, nereye kadar sahip olabilir insan gibi ''sonlu'' bir varlık? Bütünün hayrı için gayret sarfeden insanlar kimseye ve hiçbirşeye taammüden kötülük yapamazlar bu yüzden, bilirler, en ufacık şeyin dahî hesabını soracak olan vardır, hesap muhakkak sorulacaktır. O vakit geldiğinde dürüst ve onurlu cevaplarımız olabilmesi dileği ile, teşekkürlerle...

Adsız dedi ki...

orman yangınlarını..anlamanız çok zor..sonrası hayalet gibi olur((