28 Kasım 2011 Pazartesi

Sessiz...

Konuşma isteğimin fazla olmadığı zamanlardan geçiyorum; canlı yayınlarım hariç tabii. Daha doğrusu; sesli konuşma isteğim yok pek, bu sebepten daha ziyade yazarak konuşmayı tercih ediyorum sanırım. Zaten yazmak sessiz ama daha yoğun ve derin bir konuşma biçimi değil midir aslında?..

Yayın sonraları stüdyolar sessizleşir, sadece elektronik aygıtların ışıkları görünür karanlıkta. Severim bu hali, bilemediniz bir saat öncesine kadar buradan türlü sesler, cümleler, tınılar dünyaya frekans olarak yayılmış, hâttâ sadece dünya ile de sınırlı kalmayıp evrenin sonsuz boşluğuna salınmıştır ama şimdi ortalık sessizdir. Stüdyo içindeki bütün elektronik ıvır-zıvırla beraber artık dinlenmeye çekilmiştir. Karanlık stüdyonun ortasında durup, uyuyan bir insanın nefesini dinler gibi dinlerim o sessizliği. Açık pencere varsa kapatırım, yerinden oynamış, dağılmış şeyleri düzeltir, kalemleri, kağıtları toplar, yerine koyarım. Sonra; uyurken farkında olmadan üzerini açmış bir çocuğun yorganını örter gibi sessizce kapıyı çekip çıkarım...

Stüdyoların uykusu fazla derin olmaz, her an uyandırılmaya hazır, tetikte bir uykudur bu. Öyle rahaaat, geniiiş bir uyku değildir yani, biraz huzursuz, terli ve umulandan kısadır. Bu nedenle hürmet etmek gerektiğini düşünürüm, gürültü-patırtı çıkarmam, kendi uykum gibi görürüm. Bütün yayıncıların uykusu gibi... Görünürde derin ve sessiz ama aslında bir çıtırtıyla bile bölünmeye hazır, biraz huzursuz, üzeri açılmış, alnı terli. 

22 Kasım 2011 Salı

Bizden söylemesi:)

Pırasa, karnıbahar, kereviz, ıspanak, turpotu, cibez; ne ararsan var bir tabak bu. Bunların tam da mevsimi zaten ya, bir vejetaryen için mevsimi olmasa da nur nimettir zaten hepsi, öyle her lokantada bulunmaz ayrıca... Bu sebzeleri yiyecekten saymayan çok kişi vardır, içinde öyle ya da böyle ''et'' olmayan yemeğe burun kıvıranları haliyle pek açmaz ama bizim yüzümüzü güldürmeye, karnımızı doyurmaya yeter de artar bile :)

Sevgili yol arkadaşım, meslekdaşım, ''Ezberbozan Atölye'' müdavimlerinden ''ışık kadın''  Leylâ Özgür ile tuttuk Alsancak'daki ''Organik Yer''in yolunu,  uzun bir toplantıdan çıkmıştık, karnımız açtı ama bize uygun birşeyler bulmak öyle her zaman kolay olmaz, talimliyizdir bu konuda,  o yüzden başka yerlerle oyalanma gereği hissetmeden direkt oraya gittik. Pek de iyi etmişiz, bu harika otlar, sebzeler kocaman bir karışık  zeytinyağlı tabağına doluşup geliverdi önümüze. Çoğu sadece haşlanmıştı, limon ve zeytinyağından başka bir süsü-püsü de yoktu ama  olsun, iki otcul başka ne isterdi ki zaten? Varlığımızı ve ruhumuzu şifalandırmasına niyet ederek daldık tabaklarımıza, sildik süpürdük çabucak, ooh, ne bir ağırlık, ne bir rahatsızlık, hafif, ince, lezzetli, sağlıklı, keyifli, misss gibi. Hintlilerin meşhur ''ne yersen osun'' deyişi geldi aklımıza, gülümsedik :) Kendimizi toprağın, havanın, suyun ve ''ilâhî olan''ın kutsal enerjisi ile beslenmiş bu güzel sebzeler gibi hissettik, kimilerinin dalga geçme ifadesi olan ''ot gibi!'' yani :) Şükrettik, spiritüel sohbetler ettik, ''iyi ki varız, iyi ki buradayız, iyi ki şimdiki andayız'' dedik... 

Eğer yolunuz Alsancak tarafına düşer ve içinde ''et'' olmayan, hem lezzetli, hem de sağlıklı  birşeyler yemek isterseniz bu mütevazı lokantaya uğrayabilirsiniz. Yemekler öğleden sonraya pek kalmıyor gerçi ama olsun. Burada pişen herşey ev mutfağı özeni ile, geleneksel usûllerde ve az miktarda hazırlanıyor. Yemeklerin çoğunu ''Organik Yer''in sahibesi sevgili Nevin Hanım pişiriyor. Hepsinin içine sevgisinden de kattığını bilerek, gönül rahatlığı ile yiyebilirsiniz onun yemeklerini. Hani derler ya; ''bizden söylemesi'' :) Gerisini neşeniz bilir tabii. Afiyet olsun...

21 Kasım 2011 Pazartesi

Şimdi size haklarınızı okuyorum...


- Kendimi güvende hissetmeye hakkım var.
- Desteklenmeye hakkım var.
- Arzularımı gerçekleştirmeye hakkım var.
- Duygularımı hissedip onları serbestçe ifade etmeye hakkım var.
- Kendimle ilgilenmeye, kendimi geliştirmeye ve şımartmaya hakkım var.
- Sınırlar koyup ''HAYIR'' demeye hakkım var.
- Kendim için birşeylere karşı çıkmaya hakkım var.
- Kendi doğrularımı söylemeye hakkım var.
- Hayâllerimi gerçekleştirmeye hakkım var.
- İçsel rehberimi dinlemeye hakkım var.
- İleriye bakmaya hakkım var.
- Ait olmaya hakkım var.
- Başarısız olup yeniden başlamaya hakkım var.
- Kalbimi dinlemeye hakkım var.
- Bir birey olmaya hakkım var.
- Eşit enerjiye, eşit desteğe ve eşit sorumluluğa dayanan ilişkiler kurmaya hakkım var.
- Kendime durma izni vermeye hakkım var.
- Evrenin kıymetli çocuğu olarak görülmeye hakkım var.

(Margaret Ruby/İyileşmenin Dili'nden alıntı...)

Yazının başlığı bir miktar Amerikan polisiyesi tadında oldu, farkındayım. Lâkin; etrafımızda dolanan bir sürü insanın ve hâttâ bizzat kendimizin yukarıda belirtilen hakları içselleştirmediğinin, çoğunu bir ''hak'' olarak görmediğinin, bu sebepten kendini ''mütemadiyen haksızlığa uğramış bir mağdur'' olarak gördüğünün de farkındayım. ''Özsaygı'' denen o şey geliştirilmedikçe, hayatın bütününe duyulacak saygı da hayli eksik kalacaktır oysa, bu ''özsaygı''yı egoizmle, benmerkezcilikle karıştırmak ise artık çok bayat ve küften görünmeyen, bir köşede unutulup gitmiş ekmeğe benziyor, yenmiyor yani. Tazelemek lâzım, yerine yenisini koymak lâzım. En çok farkında olduğum şey ise,  bireyin kendisi için hak olarak görmediği, göremediği şeyleri başkaları için de hak sayamıyor oluşudur ki; işte bu hayatları daraltan, sıkıştıran, zorlayan en baba sebeptir zaten!


Geleneksel eğitim ve terbiye pratikleri size neyi, ne şekilde dayatıyor olursa olsun; evvelâ siz kendinize neleri ''hak'' olarak gördüğünüzü bir sorun bakalım, Margaret Ruby'nin ''İyileşmenin Dili'' isimli kitabı gerisini getirebilir. Tabii isterseniz, istemezseniz aynı kalıplarla yola devam edebilirsiniz, siz bilirsiniz, kim karışır değil mi a canım? :)

14 Kasım 2011 Pazartesi

Ne olur? :)

Kendini sevmeyi, kendine saygı duymayı, başkalarından önce kendi öz/varlığını onurlandırmayı ve takdir etmeyi ''bencillik'', ''kendini beğenmişlik'' olarak öğrenmiş, öyle ezberlemiş olanlar, bunu yapabilenleri, bir şekilde becerebilenleri  mütemadiyen bu kavramlarla yargılasalar ne olur?.. Meselâ diyorum, en fazla ne olur?..

Hiçbirşey olmaz tabii, ne olabilir ki?:) Evvelâ havuçlarımızı tencereye atıp zeytinyağında çeviririz, biraz yumuşayınca üzerine yıkanıp doğranmış pırasalarımızı ekleriz, sonra ''şükür''le kutsanmış suyumuzu miktarınca koyarız, tuzunu-baharatını-limon suyunu unutmayız tabii, en son da bir avuç karabuğdayımızı bolluk, bereket niyetlerimizle birleştirip serperiz üzerine, kısarız ocağımızın alevini, sevgiyle pişmeye bırakırız yemeğimizi. Pek hafif, sağlıklı ve de lezzetli  olur, yiyene afiyet/şifa olur:) Yani olsa olsa ancak bu kadar olur...


DİP: Uçaklarda bildik güvenlik anonsudur ya, hostesler yolculara oksijen maskelerinin kullanım şeklini gösterirken ''lûtfen önce kendinizin, sonra çocuğunuzun oksijen maskesini takınız'' diye ikaz ederler. Bu ikazı duyunca bozulanları, hâttâ sinirle söylenenleri çok gördüm, o da şimdi aklıma geldi bak:) 

Kısmet?..

Bu fotoğrafı geçen sene, İspanya seyahatimi tamamlayıp Türkiye'ye dönme hazırlıkları yaptığım son akşam çekmiş ve blogda yayınlamıştım. Köşe lâmbasının yanında duran bronz uşak heykelciği fazla dikkat çekmiyor belki ama ben elindeki tepside tealight mum taşımak üzere tasarlanmış bu heykelciği çok beğenmiş ve bir eşini alıp getirmek istemiştim. Hâtta satın alındığı dükkân kapanmadan yetişip alayım ve valizime yerleştireyim diye epey acele de etmiştim ancak; Madrid-Pinto'da, harika ev aksesuarlarının satıldığı Casa Con Duende/Perili Ev isimli bu dükkânda artık bu uşak şamdandan bulunmuyordu. Sahibesi istersem getirtebileceğini söylemişti ama bunun için de beklemek gerekiyordu ve ben ertesi gün İspanya'dan ayrılacaktım, dolayısı ile ''kısmet değilmiş'' diyerek onun yerine başka şeyler aldım, yani bu sevdadan vazgeçtim... Hâlbuki?..

Kısmetmiş ama biraz zamanı varmış, zamanı o zaman değilmiş meğer. İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçılarından değerli dostum Gürol Tonbul ve TRT'den yapım asistanı arkadaşım sevgili Özgür Yardımcı geçenlerde Ezberbozan Atölye'yi ziyarete geldiklerinde, beraber seçtikleri bir armağan paketini uzattılar bana, içinden ne çıkacağını hiç bilmeden sevinçle açtım ve açınca şaşkınlıkla karışan sevincim daha da çoğaldı. Zira paketin içinden çıkan armağan, benim birbuçuk sene evvel İspanya'da çok beğenip bulamadığım, alamadığım bu heykelciğin birebir aynısıydı:)

Bana hediye edilen şeylerin niteliği ile ilgilenmem, beni düşünerek alınıp getirilmiş ya da gönderilmiş olması kâfidir ve elbette hepsi teşekküre değerdir benim için ama; bu hediyenin içinde böyle de bir hikâye saklıydı işte ve bundan bana bu uşak şamdanı hediye eden sevgili dostlarım da habersizdi. Anlattığımda onlar da hayret etti ve bana bu hediyeyi seçmiş oldukları için daha çok sevindiler tabii:) Sevgili Gürol ve Özgür'e bir kez daha teşekkür etmek isterim, farkında olmasalar da bana çok hoş bir sürpriz yapmış oldular, sağolsunlar...

Ve işte hayat bazen de böyle gülümsetir insanı; siz akışa teslim olur, ''demek kısmet değilmiş, n'apalım'' der geçersiniz, hâlbuki sizin o ''AN''da evrene gönderdiğiniz içsel niyet mektubu yoluna devam etmiş ve neticede makamına ulaşmıştır, siz bunu bilmezsiniz. Mektubun cevabı hiç ummadığınız bir anda, hiç beklemediğiniz bir yolla pat diye önünüze düşüverir. Çünkü herşey tam OLması gereken zamanda ve tam OLması gereken şekilde OLur. Bu sebepten; evrensel sistem içinde ''erken'' ya da ''geç'' diye birşey yoktur. Bilmem anlatabildim mi? :) Herşey niyetinize göre OLsun efendim, mutlu haftalar...

6 Kasım 2011 Pazar

De mi? :)

Ege TV'de,  yakın zamanda yayınlanacak olan ''Gökkuşağı'' programına ''meme kanseri'' ve bağlantılı olarak ''kemoterapi'' ile tanışmış bütün kadınlara selâm olsun diye bu uzun kızıl perukla çıktım. Bu hali Amerikalı sinema oyuncusu Demi Moore'a benzetenler çıktı çıkmasına da, pek bir alâka yok bence.   Onun saçları orijinal, benimki çakma, onun yakın gözlüğü daha geniş çerçeveli, benimki dar, o benden üç yaş büyük ama ben ondan daha yaşlı gösteriyorum falan yani:) Ama tabii her kadının Demi Moore ile uzak ya da yakın bir benzerliği bulunabilir aranırsa, orası da ayrı... De mi? :))) 


DİP: Ege TV tarafından az önce bana aktarılan bilgiye göre, evvelden çekimi yapılmış bu program 8 Kasım 2011 Salı ya da 9 Kasım 2011 Çarşamba günü, sabah saat 10.00'da yayınlanacakmış. Biraz tuhaf bir geribildirim ama olsun, benden söylemesi. Aynı programın tekrarı gece saat 02.00'de yapılıyormuş. İnternet üzerinden izlemek isteyenler için müracaat buraya lûtfen...

3 Kasım 2011 Perşembe

Sürpriz:)

Atölye adresine gelen ufak karton kutudan yükselerek burnumu/ruhumu okşayan hoş sabun kokusu, bu zarif ''hayırlı OLsun'' hediyesini gönderen değerli dostun kimliğini gösteriyordu zaten:) Erguvan rengi şifon kurdele ile bağlanmış dilek kartını okuduğumda bu yüzden hiç şaşırmadım. Seneler evvel,  İstanbul'un Çengelköy'ünde yaşarken, çok yağmurlu bir günde onunla ilk karşılaşmamızı, ikimizin de çok sevdiği ortak dostumuzu sevinçle farkedişimizi ve yağmur altında keyifle sohbet edişimizi hatırladım... İçim ısındı, gülümsedim:)

Kutunun içi tamamen elde üretilmiş, misler gibi, tertemiz kokan doğal sabunlarla doluydu. Biberiye, süt, sakız, ipek, bebek; hani aklınıza ne gelse vardı neredeyse. Ama bunların yanında kahveye olan tutkumu da unutmamış ve kahveli olandan da eklemiş ya sevgili Mine Hanım, öyle de ince düşünceli bir hanımefendidir işte. Kutudan çıkan kalp şeklindeki lâvantalı sabunun incecik mor kağıda sarılmış olması bile ayrı bir zarafettir bana göre. Kasvetli ve kanserli  Ankara günlerinde de unutmamıştı bizi, o zor zamanlarımızda da aynen böyle zarif bir sürprizle sevindirmişti, varolsun, sağolsun...

Harika sürprizine teşekkür etmek için aradım daha sonra, ondan içimi ferahlatan güzel haberler de aldım:) E daha ne olsun, sevgili Mine Flora'nın elinden-emeğinden çıkma bu güzelim sabunlar derhal hayatımdaki yerini alsın, benim içimden yükselen şükran ise buradan kanatlanıp taaa İstanbul'a uçsun, bolluk, bereket ve hayır dileklerimle beraber bu hoş kadının omuzuna konsun:) Ayrıca tavsiyemdir; benim gibi el yapımı doğal sabunlardan vazgeçemeyenlerin yolu bir şekilde sevgili Mine Hanım ve sabunları  ile buluşsun...  

2 Kasım 2011 Çarşamba

Torpilli:)



Aykut her zamanki gibi; kendini gayet açık ve iyi ifade ediyor, ''bunlar benim doğrularım, önermelerim'' diyor, dayatmıyor. Gülben? :) Eh, daha büyümesi ve hayli yol katetmesi  gerekiyor ama umutluyum, olacak, olacak...




Sevgili Aykut Oğut; hayata çok lâzım bir adamsın sen:) Tanıdığım en sağlam ''ezberbozan''lardan birisin, bu yüzden de taşa tutanın çok tabii. Hem; yapıp ettiklerinin sorumluluğunu ve doğal sonuçlarını kendisinden başka herkese+ herşeye yüklemeyi, mütemadiyen şikayet edip kendine acıyarak daima ''ötekiler''i suçlamayı ezber edinmiş (üstelik de bundan zevk alan, adetâ bu durumun bağımlısı olmuş) zavallılar seni nasıl sevsin a canım, hiç işlerine gelmez ki?Varlığına sağlık, kazandığın paraya bolluk, bırakalım konuşanlar konuşsun, beğenmeyen dinlemesin kardeşim, değişe-dönüşe yola devam...

1 Kasım 2011 Salı

Eşit...

Bu iki güzel varlığın arasında tam 83 yaş fark oluşu ya da birinin İzmir'li, diğerinin Ankara'lı olma hali neyi değiştiriyor ki? Bu durumda ''aa, zaten bunlar aynı türden de değil ki...'' diyecek olanlar ise hiç boşuna yormasın kendini:) Onlar geçtiğimiz günlerde Ezberbozan Atölye'de saf sevgi ve ''Birlik Bilinci'' ruhu içinde biraraya geldiler, her türlü ''fark'' ve ''ayırım'' ezberine mükemmel bir cevap verdiler. Saf sevgi yaşlılık, Alzheimer, kedilik, insanlık falan tanımaz, ''Birlik Bilinci'' de öyle elbette. Tüm varlıkların aynı eşitlik içinde kucaklaştığı bu felsefeyi onları izlerken bir kez daha sevdik ve şükrettik, bu iki sevgili varlık ''BİR''likte ne kadar güzeldiler ve biz hep ''BİR''likte ne kadar güzeldik:)