30 Ağustos 2011 Salı

Bayram?..

Sordum: ''Neden ben ha, söyleyin, neden?..''

Cevapladılar: ''Neden sen olmayasın ki? Deneyimlemekten en çok korktuğun, bilinçaltının derinliklerinde saklanarak ödünü patlatan o şey herneyse onunla birebir karşılaşmadan, onu bütünüyle yaşamadan ondan arınamazsın. Arınamazsan da aydınlığa ulaşamazsın. Kader plânı içinde sen de vardın, elbette senin kader plânın içinde de bu vardı. Tam da o sırada, o dakikada, o AN'da orada OLmalıydın, OLması gereken buydu ve OLdu. Tam ortasında OLmalıydın o hep korktuğun şeyin, bir parçası OLarak bütün korkuyu, dehşeti, o tarifsiz acıyı ve herşey birkaç dakika içinde OLup bittikten sonraki o korkunç boşluğu deneyimlemeliydin. Yoksa tamamlanamazdın, bu gibi yüzleşmelere önceden hazırlanma izni yoktur, korkunu saklandığı yerden çıkarıp atmanın da başka yolu yoktur zaten... Duvara toslar gibi, çok anî yaşamalıydın, tam da öyle OLdu. Kir-toz içindeki bir halıyı silkelemek gibidir bu, hâttâ üzerine değnekle vurup döversen  daha iyi temizleneceğini bilirsin. Sana bunu (haydi deneyimle bakalım, şimdi tam zamanı) deseler kendin yapmaya cesaret edemezdin, hep bir bahane bulup öteler, ertelemeyi denerdin. O yüzden sana sorulmadı, orada OLman gereken zamanda ve tam da o AN'da orada OLduruldun. En korktuğun şeyi bütün boyutlarıyla, iliklerine, damarlarına, hücrelerine kadar deneyimledin. Şimdi derin bir acı ve şok var belki ama fazla sürmeyecek, bileceksin ki o korku artık orada değil. Çünkü yüzleştin ve onu bütünüyle deneyimledin. Bundan sonra asla eskisi gibi korkmayacaksın. Şükret, temizlendin, arındın, bitirdin...''

Ben bu sabah ''Birlik Bilinci'' öğretisinde ''Ruhun En Karanlık Gecesi'' denen aşamayı deneyimledim. Gözümün önünde cereyan etmesinden en çok korktuğum şey, benim de başoyuncusu olacağım şekilde birebir tezahür etti ve ben bütün ayrıntılarıyla olan-bitene şahit OLdum. Korkunç frekansta ve çok şiddetle bilinçaltımdaki o koruma duvarına tosladım, duvar çatırdayarak yıkılırken ben korkumla kucaklaştım. Çok büyük bir acı ve çaresizlikti, sonrası ise tarifi imkânsız bir boşluktu. Korktuğum şeyi hiç eksik tarafı kalmamacasına, sapından köküne kadar yaşadım. Giden ışıklar içinde şimdi, bundan hiç kuşkum yok, ben ise uzun müddet kör karanlıkta kaldım. Saatler sonra kendimi toparlayıp ''olay yeri''ne gittim yeniden, ''olay yeri inceleme''yi bu kez bizzat yaptım. Ne bir iz, ne bir ses kalmıştı geride, herşey normal akışına dönmüştü ama ben OLurken oradaydım. İçimden kopan korkumun boş kalan yerinde tuhaf bir sancı var şimdi, hafif hafif kanıyor gibi sanki. Ama OLmalıydı ki OLdu ve ben orada OLmalıydım ki oradaydım. Deneyimledim, feci bulandım, sonra duruldum ve arındım. ''Herkesin bayramı kendi içindedir, herkesinki kutlu, mutlu ve hayırlı OLsun'' demeyi de belki bu yüzden, en sona bıraktım...

Ek ve de dip: ''Birlik Bilinci'' öğretisinde korku, öfke, nefret, dehşet, şiddet gibi yüksek enerji frekanslı negatif insanî duyguların bastırılıp yoksayılması kabûl edilmez. Bu duygulara izin verilip serbest bırakılması, akıp geçecekleri esnekliğin sağlanması, zihnin çirkinlikleri denen bu duygu-durumların kabûlü esastır. Lâkin; bu yalnızca birkaç dakika sürmeli ve bütünüyle yaşanan bu duyguların işi çabucak bitirilmeli, onlara takılıp kalınmamalıdır. Bu duygu-durumlar sizi esir almamalı, içinizden ışık gibi geçip gitmelidir. Zihnin çirkin yüzüyle karşılaşmayı reddeden ve onu açıkça görüp kabûllenmeyen kişi temizlenemez ve aydınlığa ulaşamaz...

23 Ağustos 2011 Salı

Küllîyen ''iyi''leşme...

''Kelebek kozasından çıkmak için savaşım vermezse asla uçamayacaktır...''
(Bu durumda; kozayı yırtıp onun vermesi gereken doğal mücadeleye engel olunmamalıdır. Akışa uyumlanın, ona direnmeyin. Olan herşeyin mutlaka bir sebebi vardır ve biz bunu her zaman bilemeyiz, olağan akışı değiştirmeye yönelik müdahaleler evrensel dengeleri bozar ve kaş yapayım derken göz çıkarabilirsiniz...)

''Gücenme olumsuzlukların üzerinde yoğunlaşma eğilimine sebep olur, alma ve verme fırsatlarını kaçırırız. Gücenme kalbimize yerleştiğinde sevgimizi vermekte özgür olamayız...''
(Sevgiye çok fazla koşul konduğunda, vermenin ve almanın doğal akışı bozulur. İçsel olarak başkalarını cezalandırmayı istemenize rağmen, cezalandırılan siz olursunuz. Kendinize acıyarak,  daima başkalarını suçlayarak, gücenmişliğinizi besleyerek sevginin doğal akışını kesersiniz. 
Ne kadar zor görünürse görünsün, bağışlamayı öğrenmek işte bu yüzden gereklidir...)
''Yaşamda dikkatinizi yönelttiğiniz şeyler artar. İnandığımız yarattığımızdır. Herhangi birşeyi tutku derecesinde istemediğimizde, o şeyi kendimize daha   fazla çekeriz...''
(Dışınızdaki anlayışsızlık, haksızlık, yalancılık, duyarsızlık, şiddet vb. olgulardan mütemadiyen şikayet etmeye devam etmeyi elbette seçebilirsiniz ama bilmelisiniz ki; böyle yaparak bu hoşlanmadığınız, istemediğiniz şeyleri sonlandırmanız mümkün olmayacaktır. Zira içinizdeki odada her ne varsa, dışınızdaki gerçeklik de onun yansımasıdır. Meditasyon yapın, dinî inancınızın ne olduğu ya da olup olmadığı hiç önemli değil, yapın, böylelikle içinizdeki odaya girip bir bakın, kendinizi temizlemeden dünyayı temizlemeye çalışmak boşunadır...)

Fotoğraflar: Ezberbozan Atölye/Yağmur ile meditasyon
Alıntılar     : John Gray/How To Get What You Want and...

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Son fotoğraf...

Atakent'den Şemikler Pazaryeri'ne doğru giden yol üzerinde, sağ köşedeki evlerden biriydi. Benzerleri ardı ardına yıkılıp yerine uyduruk bir modernizm dayatması olan o krom&cam balkonlu, bol seramikli, asansörlü, diafonlu, önünde ''bahçe'' dedikleri anlamsız bir boşluk bırakılmış bildik apartmanlardan dikilmişti. O yalnızdı, bu binaların arasında tek başına ve suskundu ama vardı. Yanındaki sokaktan dolaşıp arka bahçesine bakmayı sevdiğim bir evdi. Girişinde bulunan eski usûl karo taşlar ve bahçedeki tulumba bana anneannemin Küçükkuyu'daki evceğizini hatırlatırdı. Gerçi çok bakımsızdı, bahçedeki kümes artık boştu, muhtemelen tulumbanın suyu çekileli de epey olmuştu ama olsun, orada duruyordu ve bu ev benimle konuşuyordu... 

Oradan son geçişimde evin tamamen boşaltıldığını ve sonradan çıkma katın üst balkonuna bir müteahhit firmanın tabelâsının asıldığını gördüm. Şaşırdım mı? Hayır, daha ziyade üzüldüm:( Çünkü bu ev, o sokakta kalan neredeyse son bahçeli ve eski evdi. Onun sırasındaki iki benzer ev kısa süre önce apar-topar boşaltılıp yıkılmış ve başdöndüren bir hızla yerlerinde birbirinin tıpkısı apartmanlar yükselivermişti. Kaderine çaresizce boyun eğmiş evin arka bahçesine son defa baktım. Tek kalan meyve ağacının olacaklardan haberi var mıydı, bilemiyorum. Evle birlikte o da bu ortak hayata veda edecek, kökünden kesilip gidecekti çünkü... Ağacın dibine saklanmış gibi duran tulumba sessizdi, yüzünü duvara çevirip oturmuş, birazdan ağlamaya başlayacak küskün bir çocuk gibiydi. Onu da söküp atacaklar, belki sokaktan geçen bir hurdacıya yok pahasına satacaklardı. İnsanlara artık tulumba gerekmiyordu, klimalı, kaloriferli, kombili hayatlarda tulumba sadece lüzûmsuz bir dekordu. Ben kişisel tarihinde tulumbadan su çekmiş biri olarak, bu ayrıntının da hoyrat ve estetik kaygıdan uzak modernizmin kurbanı oluşuna elbette üzülecektim, yerinden sökülüp çöpe atılan ya da demiri için hurdacıya satılan her tulumba ile ortak hafızamızın bir bölümü daha siliniyordu. Bunun artık kimsenin umurunda olmaması ise beni hepsinden fazla düşündürüyordu...

Bahçe kapısı önünde yoğurt kabına doldurulmuş su ve yanında da bir yemek kabı duruyordu. Etrafında toplaşmış sokak kedileri beni yabancılayıp tuhaf ve tedirgin baktılar yüzüme... Yakında başlayacak yıkım ve inşaat nedeniyle artık onlar da yolcuydu, kendilerine başka kapı bulmaları gerekiyordu. ''Eeee çocuklar'' dedim, ''bir hikâye daha bitiyor anlaşılan. Bu hikâyenin yerine yazılacak olan yenisinde size yer olur mu, o uydurma lüksü satın alıp buraya yerleşecek olanlar sizi burada barındırır mı, bilemiyorum. Artık veda zamanı, yakında burada yaşanan herşey canavara benzeyen bir yıkım aracının kepçesi altında moloza, toza dönüşecek. Üzgünüm:(''

Önünden her geçişimde selâm verip hatırını sorduğum bu eski Karşıyaka evinin son fotoğraflarını sokak kedilerinin bakışları arasında çektim. Bahçeye açılan mutfak kapısı ve penceresinden görünen ufak, çok eski ama sevimli mutfağa son kez baktım. Ahşap tabak raflarına, mermer bankoya, kumaş perdelerin gerildiği iplerin halen sallandığı boş dolaplara ve bu evin kendine özel kokusuna veda ettim. Bu şehrin ortak hafızasının bir kısmına daha veda ettiğimin farkındaydım, yakında yerinde yükselecek uyduruk binayı hiçbir zaman bu eski ev kadar sevemeyeceğimin de öyle... Tulumbanın yüzüne bakamadım, ağaca dokunamadım, çaresiz arkamı dönüp sokaktan çıktım. Elveda...

14 Ağustos 2011 Pazar

Al gözüm seyreyle...

                            
                            
Fazla söze gerek yok sanırım, değil mi? O halde; herkese iyi haftalar... (Umut Mesajı'nı daha büyük boyutta izlemek için buraya tıklayın lûtfen.)

12 Ağustos 2011 Cuma

Çift...

Ömür Gedik ile Ferhat Göçer İzmir TRT FM stüdyosundan canlı yayın yaptılar Perşembe gecesi, aslında kısa bir tatil için Çeşme'ye gelmişlerdi ama her zaman İstanbul'dan yaptıkları ''Güzel Şeyler'' programına ara vermek istemediler ve bu defa İzmir'den seslendiler TRT FM dinleyicilerine, iyi de ettiler. Sevgili Ömür Gedik benim için HAYTAP federasyonuna tam destek vererek çalışan değerli bir ''yol arkadaşı''dır, o da vejetaryendir, hayat arkadaşı sevgili Ferhat Göçer de bu çabalarında daima yanındadır, dolayısı ile o da ''yol arkadaşı'' olmaktadır. Başka özellikleri bir yana, ben bu çifti bilhassa bu nedenle severim:) 

Sevgili Ömür ile hayvan hakları adına çalışmaları ve gelişmeleri konuştuk, İzmir'in bu konudaki notunun neden pek de parlak olmadığı üzerinde yoğunlaştı konuşmamız. Evet, ne yazık ki İzmir pekçok konuda olduğu gibi, bu konuda da genel beklentileri karşılamaktan uzak, Büyükşehir Belediyesi'nin çalışmaları yetersiz, kendisine kimi gözlemlerimi ve kanâatlerimi naklettim. Bir de kendisi hakkında bazı hatun ve er kişilerin ettiği zevzek sözlere cevap vermeye tenezzül etmemesini rica ettim naçizane. Meselâ kendisine çemkiren ve vaktiyle ''Kondom'' diye gayet mânalı bir şarkıya imza atmış değerli bağyan (!) sanatçımıza Ömür'ün ''Portakal, Orda Kal!'' demeye bile zahmet etmemesini, zira herkesin mesaj kaygısının kendisini bağlayacağını söyledim:) Hayvanlar için şarkı yapmayı aşağılayanlar bırakalım prezervatif reklâmını diledikleri gibi yapsınlar efendim, değil mi yani? Ferhat Göçer'den de Twitter'da yayınladığı kedili bir fotoğrafını yakında yazıp yayınlayacağım ''Kediye Yakışan Adamlar'' başlıklı yazımda kullanma izni aldım. ''Elbette, çok memnun olurum'' dedi sağolsun:) 

Ben bu çiftin kaprissiz ve kendileri gibi olma hallerini seviyorum. Rahat ve doğallar, öyle ''şöhretli kişi olma'' enerjileri/kaprisleri yok ve bu yüzden onlarla çok rahat çalışılıyor. Ekipteki arkadaşlar da bu konuda hemfikir. Ayrıca; hemen her programlarında çevre ve hayvanlarla ilgili mesajlar vermeleri ve bu mesajları hayat biçimleri ile doğrulamaları da bana göre gayet yerindedir. (Yazıları, şarkıları, klipleri, evlenip evlenmeyecekleri, eski eşlerinin onlar hakkındaki fikirleri vs. falan benim konumun tamamen dışındadır.) Dolayısı ile bu çifte teşekkür etmek boynumuzun borcudur. Teşekkür ederiz:)

''Vefası Eksik Yarim'' isimli Ferhat Göçer şarkısını ise tüm sevenleri ile birlikte, İzmir Bornova'dan sevgili Mina'ya armağan eder, ''sen beni bir çağır gönülden, hiç gelmez olur muyum?'' diyerek yazıyı burada bitiririz efendim:)

                               

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Karar!..

Bu sıcaklarda bir tür savunma mekanizması olarak azalıyor belki de canlıların yeme isteği, daha ''az'' ile yetiniyor cümle varlık. ''Yeterlilik'' kavramı üzerinde düşünüyor insan, midesini bir nevî mezarlığa dönüştürmenin anlamsızlığı üzerinde daha fazla düşünüyor. Bir dilim ekmek, biraz peynir, bir kâse yoğurt adama ''yetiyor'' işte,  ''sucuklu yumurta niye yok, bal-kaymak da olsun, et isterim, süt isterim, fazlasını isterim, dahasını isterim, daha da isterim,bana ne, bana ne!'' diye  abartmanın mânası ne?..

Atölye önü canlarından bu ''parmak kız''a çok daha azı yetiyor zaten, o hayatta kalabilmesi için ne kadarının gerekli ve yeterli olduğunu bir varlık bilinci olarak doğuştan biliyor. Pekçok insanda bulunmayan bu bilinç daima benim gözlerimi kamaştırıyor ve ''ilahî olan''ın önünde hürmetle eğiliyorum...

Pazartesi geceleri canlı yayın stüdyomuzdan güzel insanlar ve onların yaptığı iyi işler geçiyor. Rengâhenk de onlardan biriydi, klasik Türk musıkisi enstrümanları çalan bu genç adamlar topluluğu şarkıdan türküye, ilahîden kasideye türlü tınıyla doldurdular iki uzun yayın saatini, gönüllerine sağlık, yollarına aydınlık olsun. Hem efendilikleri, hem de yaptıkları işe duydukları saygı takdire değerdi. Onları ve müziklerini dinleyici de çok sevdi:)

Dünyada halen ''açlık'' ve ''yokluk'' varsa, bu yalnızca ''insan'' denen o eşref-i mahlûkun marifeti! Ne Afrika'nın muhtelif ülkelerinde açlık yüzünden ölümün eşiğine uzanmış siyah canlar, ne de Bergama Barınağı'nda açlık, bakımsızlık ve ilgisizlikten ölmüş diğer kardeşlerinin ölüleri yanında geriye kalan bir lokmacık hayatının sona ermesini bekleyen bu can bir diğerinden değersiz ya da daha önemli. ''İlâhi olan''ın kendi sonsuz varlığından nefes üfleyerek yarattığı cümle can aynı değerde, hepsi kutsal, özel ve yegâne... Ve seçim daima ''insan'' olana bırakılmış vaziyette, ya sadece ''acımakla'' yetinir, kısa ve sahte bir ah-vahtan sonra yoluna aynen devam eder, ardında bırakır gördüklerini, ya da durup o sahte acıma rollerine hiç saklanmadan, hakikaten şahit olduğu, gördüğü ile bütünleşerek uzatır elini. Taşın altında ne olduğunu düşünmez, hesap yapmaz, kendini emniyete alma derdi olmaz, gücünün yettiği kadarını düzeltmek için harekete geçer, sadece harekete geçer. Egosu ona ''aman sen ne iyi, ne cici insansın böyle, valla çok takdir ettim bak şimdi seni, ağasın-paşasın sen, helâl sana!'' diyecek diye yapmaz bunu, diğerlerinin ne söyleyeceği de umurunda olmaz zaten, övgü, alkış beklemez, sadece yapabileceğini yapar, o kadar. Bilir ki; herkesin kendi yargıcı bizzat kendi içinde, yüksek bir kürsüde oturmaktadır ve zamanı geldiğinde elindeki çekici masaya indirerek bağıracaktır: ''KARAR!..'' 

Ek ve de dip: ''Muhtaçlık hissi ile  istediğin hiçbirşeyi elde edemezsin zira muhtaciyet, içinde fecî bir elde edememe korkusu barındırır...''
Aykut Oğut

(Demek ki nedir, yeterlilik ve şükür bilinci olmadan bolluk öyle olmuş armut gibi düşmez adamın kafasına! E tabii bu da anlayana...)

5 Ağustos 2011 Cuma

Aydınlanmak?..

''Bazı insanlar bana aydınlanıp aydınlanmadıklarını nasıl anlayacaklarını soruyor. Cevabı gayet basit; böyle bir soru soruyorsanız halen aydınlanmamışsınız demektir. Aydınlanma hali kendiliğinden ve içsel bir farkındalıktır, aydınlandığınızda içinizde böyle sorular olmaz zaten, yargılar-sorgular ortadan kalkar, ona bütünüyle teslim olur, her türlü dualiteden kurtulur ve  mutlulukla yaşarsınız, o kadar...''

Sri Bhagavan/Hindistan Birlik Üniversitesi Kurucusu ve Birlik Bilinci Felsefesi Lideri
Biz O'na kendi aramızda ''Şirin Baba'' diyoruz ve dünya insanlarını birlik bilinci şemsiyesi altında toplamak için çalışan bu adamı çok seviyoruz:)

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Çıplak...

''Zaten yaşamında gıllıgışlı insanlar yanına yanaşamazdı. İnsanların ne
menem olduklarını sezer, sezdiğini de onların yüzüne usturupluca
söylerdi. Kimsenin arkasından konuşmaz, söyleyecek sözü varsa yüzüne
söyler -hele kimi şairler gibi- öldükten sonra arkasından konuşmazdı.
Ödlek değildi yani.

Son zamanlarda onu gerçekte hiç tanımayan insanlar, birilerine
söylemeye cesaret edemedikleri şeyleri Can'a mal ederek söylüyorlar.
Bugünlerde bazı insanların böyle bir cesarete ihtiyaçları olsa gerek!
Hala hiç tanımadığım insanların bana telefon açıp "bu durum karşısında
Can Bey ne düşünürdü?" diye sordukları oluyor. Ben de onlara "ya siz
ne düşünüyorsunuz?" diye soruyorum, "siz de düşündüğünüzü yüksek sesle
söyleyin" diyorum, "Can ile aranızdaki fark bu." Çok ufak bir farkmış
gibi görünse de aslında derin bir ayırım.
Son zamanlarda dikkatimi çeken bir diğer husus da şu: hangi kesimden
olursa olsun insanlar her türlü herzeyi yedikten sonra bir şairin
mısralarına sığınıyorlar kendilerini aklamak için. Kolaysa eğer,
şairler gibi yaşayın. Korkusuz, akıllı, dolambaçsız ve kıvırtmasız!..'' demiş Can Yücel'in hayat arkadaşı sevgili Güler Yücel bu özel adamın ölüm yıldönümü için yazdığı mektupta. Tekrar tekrar okudum ve çok sevdim, yüreğine sağlık...
 
Ardından TEMA başkanı sevgili Hayrettin Karaca'nın bir makalesi geldi, ''et'' üzerine yazılmış harika bir yazıydı o da. Değerli Karaca makalesinin sonunda Einstein'dan bir alıntı yapmış ve demiş ki:
 
"Hiçbir şey vejetaryen bir diyet evrimi kadar insan sağlığına faydalı ve dünyadaki doğal yaşamın kurtarılma şansını arttırıcı etkiye sahip olamaz.'' Ve eklemiş; ''Einstein`ın sadece beslenmeden bahsetmediği ortada. Dikkat ederseniz kalp hastalığı dışında daha söylenecek çok şey varken, bu makalede etin beslenmedeki yeri üzerinde durmadık. Ayrıca vejetaryenliğin etiği yada hayvan haklarına da değinmedik. Amacımız bu faktörleri göz ardı etmek değil; et yemenin insanoğlu için yalnızca ekonomik ve ekolojik yönünü dile getirmektir. Etin de petrol kadar ömrü olduğunu ve bir gün biteceğini bilmek ve bu iki azalışın bağlantılı olduğunu anlamak için bir vicdana sahip olmanız gerekmiyor."
 
Yani özetle değerli okur; artık dünyanın ve onun üzerinde yaşayan egemen tür ''insan''ın maskeleri teker teker düşüyor. Hakiki mânada ''insan'' olmaya direnenler ve onların oluşturup dayattığı tektipleştirme pratikleri ardarda yere kapaklanıyor. ''Birlik Bilinci'' felsefesinde öngörülen herşeyin aynen gerçekleştiğini gördükçe yüreğim ferahlıyor. Zira evren ve onun kutsal yaratıcısı ''olmazsanız biz OLdururuz!'' ana mantığı ile çalışıyor. O halde korkmaya, endişelenmeye falan hiç gerek yok elbette, altına saklanılan bütün örtüler çekilip alınıyor ve ne iyi ki; artık ''gerçek çıplaklaşıyor''. Teşekkürler Tanrım, daima...

Hediye...

Atölyede yerine yakışanlardan biri, sevgili Halûk ve Gülsün'ün hediyesi, bu tarz ''Buddha çeşmeleri''  Türkiye'de bulunmadığından epeyce uzaklardan geldi. Su sesi ve hafif ışık efektini birarada verebildiği için tam benlik doğrusu, kucağında tuttuğu lotus çiçeğinin içindeki ışık mum alevine benziyor, lotustan kaynayan su ise zarif bir şırıltı ile önündeki çakıl taşlarının üzerine dökülüyor. Bilhassa karanlıkta seyretmeye doyum olmuyor:)

İçinden Buddha geçen herşeyin bende uyandırdığı temel his, yani ''huzur'' hep aynı, hiç değişmiyor. Atölyedeki egemenliğinden hiç şikayetçi değilim bu yüzden, sadece ben değil, kimse şikayetçi değil zaten:) Ziyarete gelen bir dostumuzun söylediği gibi; ''dışarıda paldır-küldür, itiş-kakış bir hengâme varken buranın eşiğinden geçen kendini adetâ kayıp bir tapınakta buluyor''... Aslında herkesin tapınağı kendi içinde gizlidir ya, belki de içerideki hava o gizli olanı ortaya çıkartıyor. Doğrusu ben de her fırsatta kendimi atölyeye atıp o hengâmeyi dışarıda bırakmayı, mütemadiyen kendiyle kavga eden dünyanın suratına kapıyı kapatıp yalnızca Buddha'nın lotusundan süzülen suyun sesini dinleyerek meditasyon yapmayı çok seviyorum. Bu güzel ve benim için son derece özel hediyeyi çok uzaklardan kucaklayıp getiren sevgili kardeşlerime de gönülden teşekkür ediyorum:) Namaste...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Gündüz/Gece...

Oydu, buydu, şuydu derken denizle buluşma habire ertelendi bu sene; Temmuz ayının son günü benim için denizin siftah günü oldu. Fazla uzağa gitme ihtimali zaten yoktu, zira henüz benim için ideal izin ayı olan Eylül gelmemişti ve bu yüzden gece canlı yayın vardı. İşte bu sebepten, istikamet gene Foça olarak belirlendi ve geçen seneden olumlu puanlar almış olan Mambo Beach Club tercih edildi. Tesis yeniden düzenlenmiş, orta ölçekte bir yüzme havuzu ve konaklama için hoş bungalovlar varolana eklenmişti. Tabii güzelim Foça denizi dururken klorlu havuz suyuna girmek istemedik ve havuz faslını görmezden geldik. Denize gire-çıka, okuya-konuşa dinlendik. Öğleden sonra volümü giderek artan müzik, biz yaştakileri akşama doğru artık biraz yorsa da, hizmet kalitesi genel olarak yeterli ve iyiydi. Ten rengi konusunda elbette fazla yol katedilemedi, her zamanki gibi kırmızı/beyaz hakimiyeti gözlendi:) Güneş bol, rûzgâr dengeli, deniz ise muhteşemdi. Yaz sonuna kadar? E daha dur bakalım, belki dendi ve gecesinde canlı yayın olan bu Pazar günü de bu şekilde değerlendirildi...

''Gecenin İçinden'' programındaki konuklarımdan birinin takibinde olduğum değerli doktorum olması önemliydi, zira Sn.Cüneyt Tuğrul meme kanseri konusunda gayet haklı bir şöhrete ve ciddî bir başarı katsayısına sahipti. Deniz ve tekne tutkusu ile de bilinen bu başarılı operatör doktor, ''kanser ve beslenme'' konusundaki kimi yanlış&doğrulara değindi. Kanser sürecini yönetmede hasta ile birlikte belirlenen beslenme programının ne kadar önemli olduğunu çeşitli boyutları ile ifade etti. Son derece titiz bir takipçi ve bilgilerini devamlı güncelleyen çok araştırmacı bir kimliktir kendisi, üstelik alternatif tedavi yöntemleri ile de yakından ilgilidir ve tam bir ''doğacı+doğalcı''dır. Ben de takibinde olan bir hastası olarak bilhassa severim bu özelliğini. Kimyasal ilaçlara boğmaz kimseyi, fizik durum kadar ruhu da önemser ve öne çıkarır ki; bu konuda çok haklıdır, gayet dikkatle, titizlikle ama sıkmadan, daraltmadan her anlamda sağlıklı ve muhakkak ''pozitif'' yaşamaya yönlendirir sizi...

Kapıdan içeri girer-girmez hemen cilt rengimdeki değişim dikkatini çekti, sorularını sordu. Daha sonra elimde hep gezdirdiğim kocaman termos bardağa yöneldi dikkati, derhal ''bu sertleştirilmiş plastikten yapılma, sıcakla teması halinde yapay östrojen üretir ve bu sana olmaz, soğuk birşey içeceksen iç ama sıcak sıvıda kullanma, çelikten olanı şurada/şurada ve şurada satılıyor, ondan alıp kullan'' dedi. Ortada duran kakaolu kurabiyelerden istiyorsam bir adet yememi ama ikincisine uzanmamamı, meme kanseri ile epey halleşmiş bir kadın olarak nişasta ve şeker dengesini korumamın hayatî önem taşıdığını gene kibarca ihtar etti:) Kristal ve taşların enerjisi ile de ilgilenen değerli doktorumun boynundaki Kızılderili imâlatı gümüş/yeşimtaşından totemli kolye de beni cezbetti, müsaadesini alarak inceledim, gerçekten çok orijinal ve güzeldi. Kendisi aynı zamanda usta bir hipnozcudur ve bu konuda da epey sohbetlerimiz olmuştur. ''Ezberbozan Atölye''ye de gelip katılımcılarla bilgi ve deneyimlerini paylaşacağı özel bir sohbet için söz verdi:)

Günün gündüzü başka, gecesi başka renkteydi yani. Sonuç olarak; her iki boyutu ile de besledi, çoğalttı, zenginleştirdi, iyi geldi. Gün nihayete ererken, başlayan Ramazan ayının her bakımdan anlamını bulmasına ve hayırlar getirmesine hep birlikte niyet edildi. Bitti...