10 Ekim 2011 Pazartesi

Karışmak...

''Tıpkı cama vuran yağmur damlaları gibi... Hani tek başına aşağı doğru kayan bir damla bir diğeriyle birleşir ve daha büyük bir damla olur ya, ötekine karışarak güçlenir. İşte öyle. Ben de sana karıştım aşkım. Artık daha güçlüsün...''
(İncir Reçelfilminin finalinden...)


İnsan kimin hikâyesine, ne vakit karışacağını bilemez önceden, yani aslında bilir de, ruhsal seçimlerini bu boyutta hatırlaması imkânsız kılınmıştır. Hiçbirşey basitçe tesadüf değildir ki; olan herşeyin muhakkak bir anlamı, bir lüzûmu vardır. Bu temel bilgi insanı ''Allah Allah, çok tuhaf, bu insanlar da kim, benim bu eski hikâyenin içinde ne işim var şimdi ya?'' diye düşünmekten de kurtarır ayrıca, olması gerekiyordur ki olmuştur, bunu heyecan verici, gizemli, hüzünlü ya da sıkıcı bulmak ise tamamen sizin seçiminize bırakılmıştır. Dilediğinizi seçersiniz; ya ''öfff be, eski-püskü bişey işte, hem bana ne ki!'' deyip döner arkanızı gidersiniz, ya da geçmiş zamanlardan sizin önünüze düşürülen hikâyenin aralık kapısını itip içeri girersiniz. Siz bilirsiniz...

''Üzerinize vazife olmayan işlere karışmayın siz!'' kalıbı, her anlamda sağlam bir sürüleştirme, itina ile tektipleştirme plânının o çok tanıdık ezberi değil midir zaten? Neyin üzerinize vazife, neyin değil olduğuna sizin adınıza karar veren sistemlerin gücünü işaret eden, sizi daima sizden başka ve kimi üstün (!) bilinçlerin yöneteceğine dair ikaz ihtiva eden, aba altından sopanın ucunu gösteren, sizi olmanız istenen kalıplara sokup şekillendirirken öte yandan da aslında ''hiç''leştiren bir vaziyettir. Çocukluğunuzdan beri bu bilincin aşılandığı bireyler olarak, ''kendiniz''i kademeli şekilde bir kenara itmiş ve sisteme çoktan teslim olmayı seçmişsinizdir muhtemelen... Çünkü bu kolaydır, baş ağrıtmaz, uslu olacaksınız, öyle fazla soru sormayacaksınız, mevcut düzenlerin cici birer parçası olup size uygun görüldüğü kadar yaşayacaksınız işte, daha ne? Doğacaksınız, derhal kalıba sokulup büyütüleceksiniz, başkalarının seçtiği ve dayattığı yiyeceklerle besleneceksiniz, başkalarının istediği makbûl eğitimleri görüp gene o isteklere uygun makbûl işlerde çalışacaksınız, etrafınızdakiler hangi dinden ise siz de koşulsuz ona inanıp uyacaksınız, evleneceksiniz, çocuk yapacaksınız, içinizde her ne yaşarsanız yaşayın bildik düzenleri değiştirmeye asla kalkışmadan, birilerine ya da birşeylere mütemadiyen katlanarak yaşayıp ööööyle de yaşlanacaksınız. Çünkü herkes öyle yapıyor. Değil mi?.. E âlâ tabii.

Oysa karışmanın içinde bir cesaret vardır, iyidir karışmak, insana yeni kapılar açabilir, o açılan kapılardan karanlığınıza farklı ışıklar düşebilir. Daha evvel tanımadığınız, bilmediğiniz yollarda yürürken başkalarının tespit edip şekillendirdiği düzene aykırı da olsanız, kendinizi kendiniz gibi hisseder, size sizin dışınızdan yüklenen korkulara ve kurallara cesaretle başkaldırırsınız. Bedelini şikayet etmeksizin ödemeyi de göze almak kaydı ile elbette. O güvenli ve tanıdık ''sürü''den ayrılmışsınızdır, kurtla nasıl başedeceğiniz bütünüyle sizin meseleniz olmalıdır artık...

Ezcümle; ben severim karışmayı, bana eski zamanlardan uzatılan ipin ucuna yapışıp takip etmeyi, hikâyenin aslını hiçbir zaman bilemeyecek olsam da, elimdeki taslak üzerinden yeni hikâyeler yazmayı severim. Karışmak güçlü kılar insanı, o yüzden kenarda durmamalı, karışmalı. Küller küllere, tozlar tozlara, damla damlaya, insan insana, dün bugüne... Karışmalı...


DİP: Nicolai Andriomenos İstanbul'un en eski fotoğrafçılarından, saray fotoğrafçısı. Son Osmanlı şehzadelerinin fotoğraflarını çeken ve onlara fotoğrafçılık eğitimi de veren kişi. İlk fotoğrafhanesini 1867'de Beyazıt'da açmış, daha sonra Pera'ya taşınmış. Özellikle İstanbul'lu Rum ve Ermeni ailelerin özel günlerini fotoğrafladığı biliniyor. Özel kolleksiyonlarda ve mezatlarda çektiği fotoğraflara rastlamak halen mümkün. Kendisinden sonra işi mahdumu, yani oğlu devralıp devam ettirmiş. 1940 senesinden kalma bu nikâh fotoğrafı da bu mahdum tarafından aynı yerde, Foto Saray'da çekilmiş. Mimoza mevsimi imiş, gelin çiçeğindeki taze mimoza dalları ne hoş görünüyor, o uyduruk-kıydırık yapma ve çok sahtekâr gelin buketlerinden değil, gayet sahici. Gelin de, damat da çok zarif zaten, sade ve ince bir şıklık var hallerinde, 1940 senesinin 28 Nisan gününde kalan belli-belirsiz gülümsemelerinde... Fotoğrafın karton çerçevesi, arkasındaki elyazısı not falan duruyor durmasına da, belli çok yağmur yemiş, sonra kurumuş, hâttâ güneşte kavrulmuş, sonra gene ıslanmış. Üzerinden çoook mevsim geçmiş. Bu sebepten; karton çerçeve dokununca un gibi ufalanıyor adetâ, fotoğraf ise 71 yıllık hikâyesini anlatmadan yok olmamaya kararlı, yorgun, lekeli, kenarları yırtık ve kıvrık olsa da vazgeçmemiş. Zamana ve unutulmuşluğa direnmiş. Sit alanı ilân edilip nicedir çökmeyi bekleyen çok eski bir evin yıkıntıları arasında, hüzünlü bir evrak-ı metrûke olarak sonunda bir kamyona yüklenip, hatıraların enkazıyla birlikte toza dönüşmeyi seçmemiş yani. İnatçı çıkmış. Cesur çıkmış. Beni beklemiş. Günün birinde onu savrulduğu yerde bularak eğilip alacağımı, göğsüme bastıracağımı ve hikâyesine karışacağımı bilerek beklemiş. 
Teşekkür ederim ona, bunca zamana direnmesini sağlayan cesaretinin ve bunca insan arasından yalnızca bana anlatmayı seçtiği hikâyesinin önünde hürmetle eğilirim. Daima...

2 yorum:

nur dedi ki...

sevgili Handan..
Merhaba...
Sana yazmak istiyorum ama buradan degil.özel şeyler bunlar
Ulaşabilecegim uzun uzun ve de rahatça duygularımı aktarabilecegim bir başka mail adresin yok mu..
mırıl balkız ve de Füme senin pamuk ellerinden öpüyoorrrrr

Handan Demiralp dedi ki...

Sevgili Nuran ablacığım; uygunsuzvaziyet@gmail.com e-posta adresimi kullanabilir ve dilediğiniz gibi içinizi dökebilirsiniz. Yeniden hoşgeldiniz. Çok sevgimle:)