20 Eylül 2013 Cuma

Lìnea/ Çizgi...


Yukarıdaki fotoğrafta benim alâka göstermekte olduğum çiçekli ağaç bir ''alev ağacı'', Kıbrıs'ın delirtici güneşi altında çatlamış asfalt yolun ortasına kadar genişlemiş, çiçek yüklü dallarını hiç sakınmadan uzatmış. Sakınacak bir durum yok, bu yoldan ne gelen var, ne de geçen. Bu sebeple bizim ağaç keyfinden devleşmiş adeta, gidebildiği kadar gitmiş maşallah! Ona kimse engel olamaz, dallarını dilediği kadar uzatabilir yolun ortasına doğru çünkü bu ''alev ağacı''nın bulunduğu bölge Kıbrıs'ın en stratejik noktalarından biri olan Maraş. ''Ayşe tatile çıktı''ğından bu yana kapalı olan, BM denetiminde ve hâlâ çok tartışmalı bir bölge yani. Gazimağusa'ya doğru yola koyulduğumuzda göreceğim için en heyecanlı olduğum yer de denebilir buraya. Nedeni açık; buraya öyle herkes elini kolunu sallaya sallaya giremiyor, özel bir izin gerekli. Bu izin bizim için önceden alınmıştı ve Maraş'a bu sayede girebildik. Kıbrıs sorunu içinde önemli bir pazarlık konusu olan bu bölgede Türk askeri yanında BM görevlileri de bulunuyor. Demir kapılı bir nizamiyede bir süre bekletildikten ve araç denetlendikten sonra bölgeye geçişimize izin veriliyor. Issız caddelerde ilerlemeye başlayınca anlıyorsunuz bir hayalet şehir içinde olduğunuzu ve bu insanı tuhaf bir şekilde acıtıyor...

Muhteşem yapılar, bahçe içinde çok güzel evler, mağazalar, büyük ve lüks oteller, gece klüpleri, kilise, aklınıza ne gelirse var burada ama? Önemli birşey eksik Maraş'ta: hayat! Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan bu yana bomboş ve insansız olan Kuzey Kıbrıs'ın en güzel yerlerinden biri artık ölü bir bölge, yaşamıyor, kimsecikler yok sokaklarında, caddelerinde. Senelerdir el sürülmeyen binalar hayalete dönüşmüş, panjurlar sarkmış, boyalar solup kavlamış, sıvalar dökülmüş, camlar kırılmış, bahçeler viran olmuş. O vakitler inşaatı süren dev otel tamamlanamamış, demirleri iskelet halde duruyor öylece, pencereleri çürük diş boşlukları gibi. Bazı evlerin kırık camlı pencerelerinden solmuş, yırtık perdeler sarkıyor, arada çıkan esintiyle uçuşuyorlar. Bahçe demirleri paslanmış, bir zamanların o çiçekli, ağaçlı, hanımeli ve yasemin verandalı ferah bahçelerinde şimdi dikenler, yabanî otlar oturuyor, insan elinin ve varlığının tüm izleri silinmiş. Artık ne ince porselen fincanlardaki sütlü beş çayı kokusu var, ne keyifle donanmış sofralar. Çıt yok ortalıkta, arada arsız bir martı çığlığı ya da sanki rüzgârlı,derin bir iç çekiş, işte o kadar. Eskiden ünlü artistlerin, zengin ve tanınmış kişilerin malikaneleri varmış burada, biri de İtalyan aktrist Sophia Loren meselâ. Zamanında son derece hareketli, canlı bir tatil, alışveriş, eğlence ve ticaret merkezi olan Maraş yapayalnız şimdi, rüzgâr metrûk binaların boş pencerelerinden, açık kalmış kapılarından geçerek hüzünlü bir ıslık çalıyor, burada insanın canı tuhaf bir biçimde yanıyor, hani nasıl desem; insan sanki burada canlı olmaktan utanıyor...

''Alev ağacı''na yasak yok; o bütün sevinciyle çiçek çiçek gülümsemekte. Ne dalını koparacak bir çocuk eli var artık, ne de budağını kesecek tek bir insan. Maraş bölgesinde özel izinle girilmiş olsa dahi araçtan inmek ve hele hele fotoğraf çekmek kesinlikle yasak ve bilinir ki ben yasakları sevmem. Bir süreliğine araçtan indim ve yanına gidip ağaçla konuştum. Gölgesi geniş ve serin bir şemsiye gibi kucakladı beni, kırmızı bir hoşluk içinde ''merhaba'' dedim ona. ''Anlaşılan sana yasak yok ha?'' dedi dallarını sallayarak, ''hoşgeldin o zaman''. ''Bırak yahû'' dedim, ''ağaçla selâmlaşmanın yasağı mı olurmuş? Ben sana merhaba demek için indim, iznin olursa bir iki de fotoğraf belki. Ne dersin?'' Çiçeklerini hışırdattı alev ağacı, bir süre düşündü. ''Valla o kadar uzun zamandır yok ki hayatımda böyle şeyler, ne desem şimdi sana? Bir zamanlar burada insanlar, sesler, ışıklar vardı, ben de buradaydım. Tabii o vakitler bu kadar geniş ve büyük değildim. Çizgi çekildikten sonra herkes gitti, eski dostlar gene burada tabii, kuşlar, böcekler, kertenkeleler, artık sizler yoksunuz sadece, hayat devam ediyor.'' Sonra dallarını yeniden sallayıp çiçeklerini titretti, ''e hadi çek bakalım'' dedi, ''buraya kadar gelmişsin madem, seni mi kıracağım?'' Alev ağacı bana poz verdi, altına girip serin kırmızlığını, karşısına geçip derin genişliğini, burnunun dibine kadar yanaşıp güzel çiçeklerini çektim. ''Çabuk olsan iyi edersin'' dedi ağaç, ''birazdan düdük sesi duyulur, fazla oyalanma''. Fotoğraf makinemi çantasına yerleştirirken teşekkür ettim ona, elimi uzattım, dallarını uzattı, tokalaştık. ''Bu ıssızlık ne garip'' dedim, ''üzülüyor musun?..'' Yapraklarını yavaşça kımıldatıp ''ağaçlar stratejiden anlamaz'' dedi, ''burada artık sadece sizler yoksunuz, bize göre hayat devam ediyor. Bazen özler gibi oluyorum o sesleri, ışıkları ama fazla durmuyorum üzerinde, ağaçlar kökleriyle tutunur hayata, ben de buradayım işte, bir yere gidemem, istesem de gidemem. Böyle iyi, boşver, ama artık sen gitmelisin. Burada daha fazla kalamazsın, hadi git''... ''Pekâla'' dedim, ''teşekkürler bu kısa sohbet ve güzel pozlar için, sağol.'' Arabaya doğru yürürken başımı geri çevirip son kez baktım ona, dallarını telaşla sallayıp ''hadi, hadi git!'' dedi. Sonra gene eski halini alıp benimle hiç konuşmamış gibi başını gökyüzüne kaldırdı, belli belirsiz ıslık çaldığını duydum. Bu Maraş'lı güzel alev ağacının bana özel şifreli ''güle güle''siydi, ona yasak yoktu ama bana vardı! Dudaklarımın kıyısına yerleşmiş acı bir gülümeseme ile bindim arabaya, ''hadi'' dedim, ''artık gidelim''...
............................................

Bu yazı 16.07.2006 tarihinde, eski blogum ''Tırmık İzi''nde yayınlanmıştı. Maraş hâlâ orada, bıraktığım yerde ve nasıl bıraktıysam öyle, hâlâ yalnız, hâlâ insansız. 39 yıldır...

11 Eylül 2013 Çarşamba

Bulursanız öpün de başınıza koyun...

 O bütün dünyanın tanıdığı bir adamın eşiydi, onun kocası gibi bir adamla ömür geçirmek, hayat paylaşmak hem öyle herkesin kaldıramayacağı kadar müşkül bir iş, hem de her kadına nasip olmayacak kadar müstesna bir armağandı. Kocasından evvel veda ettiği dünya boyutunda hem bir eş, hem de bir yoldaş olarak hâlâ hürmetle hatırlanan bu vefalı kadının ismini çoğu kişi bilmez...
O; tüm dünyanın bildiği adıyla Mahatma Gandhi'nin eşi Kasturbai Makanji Gadhi'dir. Her ikisi de henüz çocuk sayılacak yaşta, daha 13'ünde iken başlayan evlilikleri gerçek anlamda ömürlerinin sonuna kadar sürmüştür. Kronik bronşiti olan Kasturbai hayatının neredeyse tamamını beraber geçirdiği ve yolunu paylaştığı o büyük adamın kollarında son nefesini verirken 74 yaşında idi ve kocası da, o da tutukluydu. Aynı yaşta olan bu iki insandan erkek olanı da dünya boyutunda fazla oyalanmayacak, yol ve hayat arkadaşını sonsuzluğa uğurladıktan dört sene sonra Delhi'de uğrayacağı suikastle özgürlüğüne ömrünü adadığı Hindistan'a ve zorlu hayatına veda edecekti...

Bu adam da bir Hintli, neredeyse bir senedir benimle gittiğim her yere geliyor, uyumadan evvel baktığım son şey onun o derin bakışlı gözleri ve belli-belirsiz gülümsemesi oluyor genellikle, muazzam bir huzur veriyor bana bu yüze bakmak. Belki de en çok bu sebepten, kendi hayat hikâyesini anlattığı ''Bir Yoginin Otobiyografisi'' hep başucumda duruyor. Bana çok şey ekleyen bir kitap bu, bu sebeple sık sık sayfaları arasına dönüp tekrar okumalar yapıyorum. Onu geçen sene şu şekilde  anlatmıştım, arzu eden dönüp yeniden okusun. İşte gene Paramahansa Yogananda'nın otobiyografisinde anlattığı Gandhi ile alâkalı bölümde rastladım eşine dair bilgilere. Diyor ki Yogananda: ''Birlikte geçirdikleri hayatın yarattığı yoğun dramda sakin bir kadın kahraman rolünü oynamış olan Kasturbai kocasını hapiste bile izlemiş, onun üç haftalık oruçlarına iştirâk etmiş ve onun sonsuz sorumluluklarından payına düşenleri eksiksiz olarak yerine getirmiştir.''

Beni asıl etkileyen ise, kocasına yalnızca eş olmanın çok ötesine geçmiş bu sade ve sadık kadının ona sunduğu şu övgü oldu:

''Hayat boyu arkadaşın ve yardımcı eşin olma ayrıcalığını bana sağladığın için sana teşekkür ederim. Sana cinselliğe değil, brahmaçarya-kendini kontrol etmeye dayanan dünyanın en mükemmel evliliği için teşekkür ederim. Sana Hindistan'daki hayati işin konusunda beni kendine eşit seçtiğin için teşekkür ederim. Sana vakitlerini kumar oynayarak, yarışarak, kadın peşinde dolaşarak, içerek ve şarkılar söyleyerek geçiren ve küçük bir çocuğun oyuncaklarından çabucak usanması gibi eşlerinden usanan kocalardan biri olmadığın için teşekkür ederim. Vakitlerini başkalarının çalışmalarını sömürerek ceplerini doldurmaya adayan kocalardan biri olmadığın için sana ne kadar müteşekkirim...

Tanrı'ya ve ülkene rüşvetlerden daha üstün bir yer verdiğin, inançlarına dayanan bir cesaretin ve Tanrı'ya karşı tam ve kati bir imanın olduğu için sana ne kadar müteşekkirim. Tanrı'ya ve ülkesine benden önce yer veren bir kocam olduğu için ne kadar müteşekkirim. Yaşam tarzımızda en büyüğünden en küçüğüne kadar yaptığın değişikliklere karşı söylenip isyan ettiğim zaman, bana göstermiş olduğun hoşgörü için sana minnettarım...

Genç bir kızken senin ailenin yanında kalmıştım. Annen yüce ve iyi bir kadındı, beni eğitti, bana nasıl cesur ve yürekli bir eş olabileceğimi ve kendi oğlu yani benim gelecekteki kocamın sevgi ve saygısını nasıl sürdürebileceğimi öğretti. Seneler geçip de sen Hindistan'ın en sevilen önderi haline geldiğinde, kocası başarı merdivenlerini tırmandığında bir kenara itilme ihtimâli olan kadınları üzen ve diğer ülkelerde rastlanan korkulardan hiçbirini hissetmedim. Biliyordum ki; ölüm bile bizi hâlâ karı-koca olarak bulacaktı...''

Büyülendim, evet, tek kelime ile büyülendim! Bir kadının eşine bunları söyleyebilmesi, yalnızca çok zor bir hayata gösterilen rıza olmanın, bir adamı ve onun baştan sade-gösterişsiz görünen ama öte yandan çok da görkemli hayat serüvenini kabûl etmenin fersah fersah ötesindeydi çünkü. Üstelik o hayat, hayli genç sayılabilecek bir yaşta birlikte edilen ''cinsel yaşamı terk ve hayat boyunca mülk-servet edinmeme'' yeminini de içermekte idi! Haydi şimdi etrafınızdaki o ''evlilik-miş'' gibi yapan misallere bir bakın bakalım, bakın da böylesi sağlam bir yol arkadaşlığının, böyle dağlar gibi bir ''eş''lik kavramının zerresini görebilirseniz eğer benim adıma da öpüp başınıza koyun onu, olmaz mı?..