26 Eylül 2012 Çarşamba

Düşünür-düşündürür...


''Neden çoğu kişi hatalarını itiraf etmez? Çünkü hâlâ hataların içindedirler de ondan. Hatalarını itiraf etmek de iyileşmenin bir belirtisidir...'' demiş Seneca. Tam adı Lucius Annaeus Seneca olup, M.Ö. 4 ve M.S. 65 yılları arasında yaşamış, İspanya-Cordoba'lı bir ''düşünür-söyler-düşündürür''dür kendisi, halen fena halde güncel bazı sözleri, tekâmül yolu ışıklı OLsun... 

25 Eylül 2012 Salı

Yeniden ve yeniliklerde:)


Bilin bakalım, bu çikolata taaa nerelerden çıkıp geldi evimize?.. :)

Sevgili yol arkadaşım, dünya üzerinde yaşayan ''şaman kadınlar''dan biri,  kendisine bahşedilmiş yetenekleri ''bütün''ün hayrı için seferber eden, kanal OLduğu şifa enerjilerini insan, hayvan, bitki, mekân ayırdetmeden sevgiyle aktaran güzel dostum Olga, nihayet tatilini tamamladı ve okulların açılmasıyla birlikte geri döndü:) Geleneksel çikolata hediyesi çantasındaydı, ışıltılı enerjisi zaten hep onunla, yeniden ve yeniliklerde buluşmak ne güzeldi, şükran doluyum... 
 
Bu sezon da birlikte çalışmaya devam ediyoruz. Melek enerjileri, geçmiş yaşamlarla bağlantı ve karma temizliği, aura ve chakra taraması, topraklanma ve şifalanma çalışmaları, ve spiritüel özgelişim adına daha pekçok şey... Sevgili Olga yeni mekânımızın enerjisi üzerinde de çalıştı bugün, zaten kapıdan girer girmez ''evet Handan, işte burası tam da OLması gerektiği gibi, muhteşem bir enerji akışı var burada, ışık var, çok sevdim burayı...'' diyerek beni mutlu etti, sağolsun. Daha sonra yaptığı bağlantı çalışmasında ''buradan uyanış, ışık ve sevgi yükselecek, bu kapıdan girenler huzurlu ve farkında OLarak çıkacak, çalışmalarınıza hemen başlayın ve kollektif  uyanışı/küllî aydınlanmayı bilgi ve yeteneklerinizle destekleyin...'' mesajı geldi. Hâttâ, hangi çalışmalara öncelik vermemiz ve nasıl bir yol izlememiz gerektiği konusunda da rehberlik aldık, ilahî rehberlerimize sonsuz teşekkürlerle... Sonra kafa kafaya verdik, neler yapmayı düşünüyoruz, hangi günler çalışmalarımız için müsait, okumamız ve üzerinde çalışmamız gereken yeni kitaplar hangileri vs. vs. gibi plânlamalar yaptık. Kitap siparişlerimizi hemen internetten verdik, kitaplıkta mevcut olanları inceleyip ayırdık, okuması gereken danışanlarımıza ulaştırılmak üzere bazı kitapları seçtik. Birkaçı Olga ile gitmesi gereken yerlere doğru yola çıktı hâttâ... Bu dönem, Sibirya'nın dünya çapında ünlü ''şaman kadını'' Anastasia'nın çok değerli bilgi ve doğal şifa yöntemleri üzerinde yoğunlaşacağız. Sibirya'nın dillere destan ''çınlayan sedir''lerinin benim de hastalığımdan beri kullanmakta olduğum o her derde devâ yağı, kabukları, tohumları ve evrensel bilgeliği üzerinde çalışacağız. Yaz boyunca sevgili arkadaşımla çalışma yapmak isteyen çok kişi aramıştı beni ama, Olga burada değildi. Şimdi artık dönmüş olduğuna göre, sevgili yol arkadaşımın bilgi ve yeteneklerini şifalanmak adına deneyimlemek isteyenler atolyeezber@gmail.com adresinden bizimle iletişim kurabilirler. Olga Safronava P., bundan böyle her hafta Perşembe günü Ezberbozan Atölye'de olacak. Bizlerin ve bütünün en yüksek hayrı için, ve öyledir:)  

24 Eylül 2012 Pazartesi

Tecavüz dilde başlıyor!..

İlgili yazıya ulaşmak için şurayı tıklayabilirsiniz... 
3 yaşında hayata veda eden küçük kız hakikaten boncuk mu yutmuştu, yoksa iddia edildiği gibi tecavüz mağduru muydu? Acaba sosyal medya alanlarında ortalığı ayağa kaldıran o kınayıcı kitlelerin hayatında da ''yaygın kullanıldığından meşru sayılan cinsiyetçi küfürler'' var mı? Kendileri kullanıyor ya da çevrelerinde kullanmasına göz yumuyorlar mı? Bu tarz küfürler bir ''millî kartvizit'' gibi kullanıldığı sürece, tecavüz kavramını sadece belli bir boyuta indirgemek ne kadar mantıklı? Ben evimde gündelik işlerimi yapar, kitap okur ya da yazı yazarken, arka parkta kuduran 6-13 yaş grubu çocuklar tarafından bu küfür çeşitlemeleri yoluyla, mütemadiyen tecavüze uğratıldığımı düşünüyorum meselâ, aslında yaş grubu çok çeşitli de, ben en alt gruptan başlamayı seçtim. Hâttâ; ben bu tarz tecavüz haberlerini okurken dahî, cinsel eylem ve organ göndermesi olan o bildik küfürleri sıralayanların çok fazla olduğunu düşünmekteyim. Hâl böyleyken, tecavüzü şiddet ve hiddetle kınamak ne kadar inandırıcı olabilir sizce? Tecavüz sadece cinsel organlar aracılığıyla mı gerçekleşir dersiniz? Hiç sanmıyorum!..

23 Eylül 2012 Pazar

Kupayı verdik, geldik:)


Final maçı gerçekten heyecanlıydı, bu defa kortta izlemeye başladım, tribünlere çıkmadım ama heyecan çoğalınca, oyun arasında içeri girdim. Çünkü içeride sesli tepkiler mümkün, dışarıda çıt istemiyorlar. Maçın hakemi aralarda gelip benden birkaç uyarı anonsu yapmamı rica etti, seyirci de maçın heyecanına fazla kapılmıştı galiba, oyuncular rahatsız olmuş seslerden, neyse sonra genel sessizliği sağladık ve maç devam etti...

Saha doktorlarımızla birlikte, nefes nefese izledik 3 saat süren bu uzun maçı. Onlar nişanlı, genç bir doktor çift. Yakında evlenecekler, mutlulukları daim OLsun:) Sonu belirsiz, gerçekten belirsiz bir maçtı. İki oyuncu sürekli berabere mücadele etti, Ukrayna'lı Illya Marchenko'nun sarı inadına, Rus tenisçi Dmitri Tursunov'un da akıllara ziyan fizik gücüne daha evvel şahit olduğumuzdan hangisinin kazanacağını son sete kadar kimse tahmin edemedi. Ama kıran kırana bir mücadele sonunda 7/6, 6/7 ve 6/3 skorla şampiyonluk kupası Tursunov'un ellerinde yükseldi, tebrikler...

Son derece başarılı bir maç çıkartan, tahminlerimizden farklı olarak aldığı puanlarla maça bir set daha ekleyen ve turnuva ikincisi olan Ukrayna'lı oyuncu Illya Marchenko... Atışlardan sonra ''huaahh!'' diye garip bir ses çıkarmasıyla ünlü, sinirlendikçe havlu istiyor ve toplarla çok uğraşıyor, top toplayıcılara kök söktürüyor, bazen raketiyle tartışıyor, şapkasını ters takmayı seviyor, duygularını saklamıyor (kupasını alırken seyirciyi eleştirdi meselâ), ayrıca gerilimli zamanlarda maçın temposunu yavaşlatmakta da usta. Dün final için yarıştığı ve yendiği Amerikalı tenisçiyi her atış öncesi topu beşbin kere yerde sektirmek suretiyle epey sinir ettiydi:)
 
Tek erkeklerde şampiyonluk kupasının sahibi olan Rus oyuncu Dmitri Tursunov, dünya sıralamasında ilk 20'ye girebilmiş bir tenisçi. Son derece sakin oynuyor, hemen hemen hiç ses çıkarmıyor, tepkisiz denebilir, oyununa odaklanıyor, şapka kullanmayı sevmiyor ve bedensel eforuyla dikkat çekiyor. ''İşte tipik Rus'' diyebileceğiniz bu genç adam ülkesinde fotomodellik de yapıyormuş, hakkıdır, yapsın tabii:)

Final töreni de gayet güzeldi, emeği geçen herkese, bütün yayın arkadaşlarıma ve organizasyon ekibine gönülden teşekkür. Türk Telekom İzmir Cup 2012 Final maçı ve kupa töreni TRT 3 televizyonundan naklen yayınlandı. Bugün tedbirli gittiğimden ayaklarım bayram etti, topukluları sadece final töreninde giydim, ohhh, dünya varmış vallahi:) Şimdi artık tenisi daha çok seviyorum, ülkemizde de hakettiği ilgiyi görmesini diliyorum...

22 Eylül 2012 Cumartesi

Tenis ve yüksek topuk?..

 
 
 
 
Zerre anladığımı söyleyemem, hiç oynamadım, izleyicisi de değilimdir tenis sporunun. Bütün kasları çalıştıran ve ciddî efor gerektiren bir spor olduğunu bilirim, hanımlara yakışır, kıyafetleri falan hoştur evet, ayrıca diğer spor dallarından farklı olarak müthiş bir sessizlik içinde icra edilir, oyuncu konsantrasyonunu bozacak hiçbir sese tahammül yoktur, servis atarken oyuncuların attığı çığlıklar hariç:) Ben de oynasam, o kadar eforla herhalde ortalığı inletirdim, orası ayrı mesele, şimdi daha iyi anlayabiliyorum o tuhaf haykırmaların sebebini... Maç devam ederken ayağa kalkamaz, tribünde dolaşamaz, gürültülü şekilde konuşamazsınız, sayı getiren atışlarda dozunda alkış serbest. Kısa aralarda ne yaparsanız yapın ama çabucak, bir-birbuçuk  dakikada ne yapabilirseniz o yani. Tuvalet ya da çay-kahve almak için çıkmışsanız ve ara bitip oyun başlamışsa giremiyorsunuz, kapıdan ayakta izleyeceksiniz artık bir sonraki oyun arasına kadar, kural böyle. Kort gayet kalabalık oluyor, orta hakemleri, çizgi hakemleri, kulede oturan en baba hakem, bir sürü top toplayıcı falan. Oyuncu performansına bağlı olarak gayet uzun olabiliyor tenis maçları, 3.fotoğrafa dikkat ederseniz eğer ayaklarımın çıplak ve başparmağımın da bantlı olduğunu göreceksiniz, topuklu pabuçlara tahammülü sonlandıracak kadar çekişmeli (dolayısı ile uzun) olmuş o maç meselâ! Kupa törenini sunacağım için öyle giyindim tabii, yoksa çok şükür o kadar deli değilim:) 

Yarın da final maçı var saat 16.00'da, ardından turnuva sona erecek. Bugün çiftlerde şampiyon belli oldu, İngiliz ikili kazandı çiftler kupasını. Ve ben bütün günü orada geçirdim, üç adet uzun tenis maçı izleyerek, tenisin kurallarını öğrenerek ve yayın arkadaşlarımla yorumlar yapıp eğlenerek... Diğer detaylar için şuraya göz atabilirsiniz. Bu turnuvada sadece erkekler yarışıyor. Yarın şampiyon belli olacak. Güneşli ve sıcak gün, akşam saatlerine doğru başlayan rüzgâr ve serinlikle epey havalandırıcı+ürpertici oldu, yarın daha tedbirli gideceğim zira sonlara doğru üşüdüm yâhû! Haa, bir de yedek ayakkabı götüreceğim yanımda elbette, bugün amatörlüğüme geldi, ayaklarım mahvoldu ama artık işin kuralını öğrendim:) Bir de; herkesin şortlu, tenis etekli, eşofmanlı ve spor ayakkabılı olduğu bir yerde gökdelen topuk ayakkabılı, makyajlı ve süslü-püslü giyinmiş bir kadın görürseniz lûtfen dalga geçmeyin hemen e mi, o kuvvetle muhtemel izlediğiniz turnuvanın sunucusudur, işi budur da ondan öyledir, öyle gerekmiş ve öyle istenmiştir ki öyledir, deli falan değildir yani. Ama maçları bu kıyafetle çıplak ayaklı izleyen birini görürseniz, bilin ki o benim, zira ben genel olarak topuklu ayakkabılardan nefret ederim! Lâkin; parmakarası terlik ya da düz sandaletle dolaşamayacağınız yer ve zamanlar da vardır, orada mecburiyet girer devreye maalesef... O durumda da, kamera önünde olmadığım sürece ayaklarımı özgür ve çıplak bırakmakta hiç sakınca görmem. Dilediğinizi düşünebilir ve söyleyebilirsiniz yani, atış serbest, şimdiden ve peşinen teşekkür ederim efendim:) 

21 Eylül 2012 Cuma

Lütûf...

 
Ve büyük yaratıcı ''ilahî dokunuş''u lûtfetti kullarına,  doğruyla yanlış, iyiyle kötü arasındaki seçim şansını lûtfettiği gibi... Şimdi izliyor sabırla, kutsal iradesinin parmağı aşağı uzanmış durumda, dileyenin dokunmasına daima açık. Şükürler OLsun O'na...

Tıpkısının aynısı:)

 

20 Eylül 2012 Perşembe

Peri masalı:)

VarOLanı değiştirmeye çalışmanın sonucu genellikle hüsrandır:) Erdil Yaşaroğlu'nun yorumu için teşekkürler. Hele o kucaktaki sebze ayıklama kabı, çok tanıdık bir ayrıntı, değil mi?:)

19 Eylül 2012 Çarşamba

Evrak-ı metrûke...


yedi defa aldatıldım ben
yedisinde de dan dan dan
bir ölüm olmalıydı evet
bir ceset uzanmalıydı upuzun yere
1.60, 1.65
kan sızmalıydı kalbinden, böğründen, şakağından
ben de olabilirdim bu ceset
elimde silah ne soylu bir intihar olurdu
bugünler nerelere varacak
kötü bu gidişin sonu kötü
insanlık üç adım geri ve yerinde say
aldatılmak da önemini yitiriyor zamanla
önemli olan aldatılmamak
şimdi yaşıyorum ben alabildiğime canavar gibi
soylu intiharım gerçekleşmedi
tıkır tıkır işliyor kalbim
ne kadar da ritmik soluyorum
beynimse bir karınca deposu
merak ediyorsanız, o da ölmedi
yaşıyor beni aldatan
başrol oyuncusu ikinci kahraman
alabildiğine güzel şimdi
hamallık yapıyor herhalde
sevgi taşıyor bana her gün
ihanetini örtbas etmeye çalışıyor
upuzun uzanıyor yerlere halı gibi
ısparta halısı, püsküllerini kestim
..............

üçüncü kişiyi sorarsanız
kötü kahraman
öldürmediğime hâlâ pişmanım
bıçaklar yiyor her gece düşlerimde
rastgele bir yerlerine
kötü bu gidişin sonu kötü
ihanetler sultan şimdi
çocukları aldatmayın
onlar da aldatmasınlar sizi
yedi defa aldatıldım ben
yedisinde de dan dan dan...

(Yeşim Ağaoğlu/Yanlışlar Şehrinde Randevu)

 
Her taşınmada kutulara son doldurulan onlardır, yerleşilen yeni yerde de hep en sona kalırlar. Herşey çıkar, yerine yerleşir, onlar öylece sıra bekler. Öncelikleri kalmamıştır çünkü, adı üzerinde, onlar ''evrak-ı metrûke''dir. Ne kaldırılıp atılırlar, ne de sık sık hatırlanırlar, kutulardan hiç çıkarılmazlar hâttâ bazen, tavan aralarında, depolarda çile doldururlar, hüzünlü bir kaderleri vardır vesselâm... Bugün; halen yerine yerleşmemiş iki koliyi nihayet açmaya niyetlendiğimde seneler öncesinden kucağıma dökülüverdiler. Oturup tek tek ayıkladım, bazılarını yeniden okudum, çoğunu da fırlatıp attım artık, kafîydi bu kadar yer görmeleri, onların beyin ölümü çoktan gerçekleşmişti.  Altına Ekim '87 tarihini düştüğüm, saman kağıdına elyazımla yazdığım ve nerede, niçin, neden yazdığımı şimdi hiç hatırlamadığım   bu şiir de kolilerdeki tozlu dosyalardan birindeydi.  Yeşim Ağaoğlu benden bir yaş kadar küçük, sağlam bir şairdir, severim. Herhalde ondan yazıp saklamışım, alıntı yapılan kitap zaten ortalarda yok, kimbilir zamanın neresinde kaybolup gitti, bilemiyorum. Tozlu dosyaların başından kalkıp bir kahve yaptım kendime, 25 yıl evvelki elyazıma bakarak içtim. Artık hükmü kalmamış kağıt yığınlarının toplu cenaze töreni gibiydi evet, dosyalar bir bir çöpü boyladı. Kalan tozları da süpürüp üzerine boşalttım, koca kutuyu kucaklayıp götürdüm, çöp bidonuna attım...

 Radikal'in Kitap eklerinden birini sermiştim yere, onu toplarken ilişti gözüme, Yedi Uyuyanlar'ın meşhur köpeciği Kıtmir'in adı geçen iki roman yayınlanmış, biri hayran olduğum yazar İhsan Oktay Anar'ın son kitabı ''Yedinci Gün'', diğeri Akif Kurtuluş'un ilk romanı ''Mihman'' imiş. ''Kıtmir aşkına!..'' diye başlık atmış gazete yazıya, ben de Kıtmir aşkına gülümsedim:) Ve ''Mihman'' ne güzel bir kitap ismidir yâhû, kelime anlamı kalıcı konuk, misafir demek, çok sevdim...

Ek ve de dip: Lâkin; bu eski kağıtlarla uğraşmanın bulanık tarafları fazla. Şöyle ki; benim elyazımla kopyaladığım yukarıdaki şiirin yer aldığı kitap, kayıtlara göre 1995 senesinde yayınlanmış. ''Yanlışlar Şehrinde Randevu'' kitabı bu tarihte yayınlanmış olduğuna göre, benim elyazısı kopyamın altında neden Ekim'87 tarihi var? Acep o tarih, şairin şiiri yazdığı tarih midir? O tarihte henüz ortalarda olmayan bir kitaptan benim alıntı yapmam mümkün olmadığına göre, nasıl oluyor da oluyor yani? Rica etsem meşhur dedektif Sherlock Holmes (mümkünse kendisini sinemada canlandıran Robert Downey Jr. olarak) bir ara bizim eve uğrayabilir mi? Ben işin içinden çıkamıyorum zira, hayır niye kafa yoruyorsam öte yandan? Bulanık, dedim ya, bulanık...

Yoga- moga yapamam ben, boşversene!..



'' Yoga-moga yapamam ben, boşversene, o kadar esnek biri değilim, öyle kıvrılıp bükülemem, hareketler zor, zaten oram-buram-şuram ağrıyor, bel-boyun fıtığım var, yaşım-kilom vs. müsait değil, bir de bunları yaparsam sakat kalırım mazallah!..''
Eee, siz hangisini seçtiniz bakalım yukarıdaki bahanelerden?:) Saklanmayın canım, yalnız değilsiniz bu konuda, ben de vaktiyle buna benzer bahanelere tutunan biriydim, yok ameliyatlıyım, yok protezliyim, belfıtığı geçirdim, kanser geçirdim, yok şu, yok bu... gibi, ama şimdi? Hepsinin üzeri çizilmiş durumda, kendimi mükemmel hissediyorum, haftada en az üç saat Yoga Academy'de, hocalarım eşliğinde ''orijinal yoga sistemi'' uyguluyorum, yetmiyor, evimde de DVD'lerden devam ediyorum. Ve kesinlikle, her yaştaki herkese önemle, hararetle tavsiye ediyorum. ''Moga'' işin bahane kısmı olsun, çıkarıp koyun onu bir kenara ve hayatınıza gerçek ''yoga''yı dahil edin, sonra keyifle izleyin kendinizi, şaşıracaksınız bunca senedir taşıdığınız ya da aslında sizi taşıyan bedeninizin yapabildiklerine, ruhunuzun esenliğine, muhteşem enerjinize, nefesinizin genişliğine, giderek artan farkındalık ve sıhhatinize, haksızlık etmeyin yani kendinize, benden söylemesi:) Elbette size kalmış bundan gerisi...

15 Eylül 2012 Cumartesi

Rûyadan hakikâte...

 
 
 
Hindistan'ın ''en romantik'' olarak nitelenen şehirlerinden Udaipur ve Jodhpur... İlki ''doğunun Venedik'i'' olarak biliniyor, ''Göl şehri'' diye tanımlayanlar da var. Bilhassa gece manzarasıyla ünlü, bu sebepten; bazı dünyalıların farklı bir balayı geçirmek için seçtikleri büyülü şehir de denebilir. Diğeri ise; ''Blue City/Mavi Şehir'' dendiğinde herkesin bildiği bir yer, ufak, sevimli ve  karakteristik evlerinin orijinal mavi boyasıyla meşhur. Devasa Hint ülkesinin kuzeybatı bölgesindeki Rajasthan eyaletinde bulunan bu iki rûya şehir şimdi beni bekliyor:) Arada Dubai, Mumbai ve Delhi'ye de uğrayacağım tabii. Artık zamanı geldi, şartlar hizalandı ve niyet hakikâte döndü. Bu diğer seyahatlerden çok farklı olacak elbette, ben bu deneyime senelerdir hazırlanmaktaydım aslında ama, zamanı gelmeden OLmaz hiçbirşey, bilinir. Şimdi artık zamanıdır. Bana göre 2013'ün en muazzam olayı, şimdilik öyle elbette, gerisini bilemem ki... Hindistan'da rûya gibi bir hafta, e Handan kulun daha ne ister ki yüce Rab'bim, hep istediği, niyet ettiği şeylerdendi bu, bir rûyaydı yani, şimdi hakikât OLuyor, şükürler OLsun sana:) Bekle beni Hindistan, nasipse yeni senenin Mart ayında sana geliyorum. Hoş bir kalabalıkla birlikte, çok tanıdık bir kalabalık hem de, haydi bakalım hayırlısı OLsun...

Ek ve de dip: Şu aralar zamanımın büyük kısmı okumak ve yoga yapmakla geçiyor diyebilirim. Artık ben de ''Paramahamsa Yogaçarya Maha Yogi Akif Manaf''ın öğrencileri arasına katıldım:) Seneler önce Ankara'da, sevgili yoginimiz Navanalini rehberliğinde başlayan yoga yolculuğumda şimdi hızla ve istikrarla ilerliyorum. Bir de; ailemizin sinema danışmanı sevgili Oğuz Aksoy'un tavsiyesi üzerine ''Six Feet Under'' adlı diziyi izlemeye başladım. Artık yayınlanmayan bu diziyi ilk sezondan başlayarak izlemeye koyulduğumdan ve beni fena halde sarmış olduğundan, yazmak ikinci plâna düştü gibi... Ama sadece ''gibi'', yazılacak çok şey var tabii, hepsi plânlı, bekleyiniz:)

11 Eylül 2012 Salı

OLmak ya da OLmamak...

 
Bitirdim. Ama bitmesin istediğim kitaplardandı, hani böyle hergün birkaç sayfa daha eklensin, hayatın içinden örnekler çoğalsın, Darel hiç durmadan anlatsın, formüle etsin falan, sürüp gitsin yani bu şekilde... Ama; tabii ki yok öyle yağma, adam oturup 351 sayfalık kitap yazmış işte, dünya kadar da yaşanmış örnek var içinde, oku, yorumla, uyarla ve uygula, herşeyi yazarından bekleme! Al içinden işine yarayacak herşeyi, düşün-taşın, hâttâ paylaş ki; herkes düşünsün üzerinde. Meselâ:

''İlişkileriniz, OLduğunuz kişiyi deneyimlemeniz için size sunulmuş alanlardır... Siz sadece VERİCİ bir insan OLMAYI seçiyorsanız, tüm ALICI olmayı seçen insanlara açık davetiye dağıtıyorsunuz. Bu iki tip kişi birbirlerini bulduklarında, aralarında bir bağımlılık oluşur. Bu sessiz anlaşmayı hayatınıza nasıl davet ettiğinizi kendinize sorduğunuzda, sorunu çözecek asıl soruyu da göreceksiniz... O şudur: Artık bu sorunla yaşamamaya karar verir ve gereğini hayatıma geçirirsem, ben kim OLURUM?..''

Darel Rutherford çok eski bir özgelişimci, Esra Banguoğlu Oğut&Aykut Oğut ikilisinin de hocası aynı zamanda. Kitabında özetle ''Güç Duruşu'' denen şeyi öğretiyor öğrenmek isteyenlere, ''yolunuz üzerindeki tek engel aslında sizsiniz, siz ve ego kaynaklı bütün o sıradan bahaneleriniz, kendi yolunuzdan çekilmeyi öğrendiğinizde zaten engel falan da göremeyeceksiniz''ana mantığı ile. Ve şöyle  devam ediyor Darel:

''Hayatta yaptığınız en önemli anlaşma, kendinizin KİM OLACAĞINA dair verdiğiniz karardır. Hayatta deneyimledikleriniz, kendinize dair hissettiklerinizin yansımasından başka birşey değildir.  Kendinize verdiğiniz değerin sınırları hayattan alacaklarınızı, kendinizi nasıl tanımlayıp gördüğünüz ise bolluğun size akış kanalını belirler... Düşünün; yerine getiremeyecekleri sözler veren ne kadar çok insan vardır. Verdikleri sözleri habire bozarak kendilerine ne kadar zarar verdiklerini görmezler bile. Bu alışkanlık, hayatta başarılı olmak için gerekli olan öz saygıyı yerle bir eder. Kendi ağzımızdan çıkan sözlere önce biz güvenmedikçe başarılı olmak mümkün değildir. Bu tip kişiler kendilerini ayaklarından vurur ve sonra yarışı neden bir türlü kazanamadıklarını merak ederler. Eğer mutfaktaki sıcaklığa dayanamıyorsanız, aşçı olmaya kalkmamalısınız...''

Darel, mütemadiyen başkalarını memnun etme ihtiyacı hissetmeyi bir ''hastalık'' olarak niteliyor kitabında, ''başkalarının takdirine, onayına muhtaçlık hastalığı'' olarak, özünde kendini yeterince sevmeme, değerli bulmama, kendine inanmama var. Başarıyı da şu üç şeyin kişilikteki varlık derecesine bağlıyor: ''Kişisel güç'', ''kişisel değer'' ve ''kendine güven''... Başkalarıyla ilgili birşey yok yani işin içinde, kendin OLmak ve onun, şunun, bunun gibi değil, kendin gibi OLmak var, o kadar. Hayatın kalitesini değiştirmek için sadece düşünme şeklini değiştirmenin ve elbette bu yeni alışkanlığa uyum sağlamanın gerekliliğini anlatıyor yaşanmış örneklerle. Ego, mevcut düzenlerin değişmesinden yana değil, değişikliği hiç sevmiyor çünkü güvenli bulmuyor ama ego direncini kıracak düşünce egzersizleri var ve bu uygulamaya geçince ortada mesele de kalmıyor zaten, kendi yolunuzu kendiniz açıyor, bir başka deyişle kendi önünüzden çekiliyorsunuz. ''HAYIR'' demenin gücü üzerinde de epey duruyor Darel, ''istediğiniz gibi bir hayatı yaşamanız için gerekli ilk adım, bunu yaşamanızı engelleyen her kim ve ne varsa ona/onlara  HAYIR  demektir, eğer durumunuzdan memnun değilseniz (hayır, ben bunu yeteri kadar yaşadım) deme iznini kendinize vererek durumu değiştirmeye başlayabilirsiniz. Çok karmaşıkmış gibi görünen şeylerin çözümü aslında çok basittir, William Shakespeare'in ünlü eserindeki replik gibi, OLmak ya da OLmamak, işte bütün mesele bu ve hangisini seçeceğinize dair karar da yalnızca size ait, bu hayatınızı belirleyecek şeydir...''

''Hayatımızda OLan herşey, inandıklarımızın sonucudur'' diyen Darel Rutherford'un yöntemi bana çok yakın geldi. Bir sorunla karşılaşıldığında ona dışarıdan çözüm bulmaya çabalamak hep bilinen şeydir, ama çözüm bulmak yerine çözümün kendisi OLmayı öğreten fazla kitapla karşılaştım diyemem şimdiye kadar. ''Siz önce kim OLduğunuza karar verin'' diyor, ''ve bu OLma halinden hoşnut değilseniz düşünün bakalım, bu sorunu yaşamayan biri olsaydınız, siz nasıl OLurdunuz?..'' ''Güç Duruşu'' çalışmasını da bu omurga üzerine oturtuyor zaten. Danışanlarının seanslardaki ''kendine acıma/acındırma ve kurbanlık'' hikâyeleri ile açıkça dalga geçtiğini, hâttâ onları taklit ederek ağlamaklı bir sesle ''evet ya, eminim aynen öyledir, çok haklısın, yazık sana, bla bla bla...'' dediğini de anlatıyor:) Çok şaşırıyor ve kızıyorlarmış baştan ama sonra? Durum değişiyormuş tabii. Ve kitap şöyle bitiyor:

''Hayat adaletli olmadığı için Tanrı'ya şükürler OLsun. Problemler olmasaydı, ne kendimizi keşfetmek, ne de büyümek için fırsatlar yaratabilirdik. O zaman büyüme tutkusuna da sahip olamazdık zaten...''

Hep başkalarından birşeyler bekleyerek, yoksunluk bilinci içinde mütemadiyen ihtiyaçlar silsilesi yaratarak, dürüst ve işe yarar olmayan dünya kadar yöntem peşine düşerek, kurban rollerini giyinerek, hep aynı ezbere şikayet replikleriyle dönüp dolaşıp aynı yere gelerek hayatı yaşamış olmuyoruz yani, bozuk para gibi harcıyoruz! Çözüm bulmayı değil, çözüm OLmayı öğrendiğimizde ise çarkın dönüşü değişiyor, işte o zaman başlıyor belki de asıl hayat. Öğrenmeye istekli olanlar için; kitap Dharma Yayınları'ndan çıktı, benim elimdeki 3.baskısı, hayattaki geri alınamaz kimi ağır tecrübelere kıyasla da fiyatı hayli ucuz sayılır:) Öte yandan; öyle tra lâ lâ zaman geçirme kitabı değil, bir çalışma ve uygulama kitabıdır, belirtmekte fayda var. Keyifli okumalar...

''İNSAN BEDENİNDE AMELİYAT YAPMAK İÇİN ONU BAYILTMAK GEREKİR. RUHUNDA YAPMAK İÇİN İSE AYILTMAK...''
Özdemir Asaf'ın ışığına hürmet ve selâm OLsun bu vesile ile...

9 Eylül 2012 Pazar

Türkiyeli bir ''öteki''.../2.Kısım


Hikâyenin ilk bölümünü hatırlamak isteyenler buraya lûtfen... Evet, şimdi devam edelim kaldığımız yerden. 
Ve aradan birkaç sene geçer. Şarhon çiftinin ilk çocukları Sami, 1951 yılında, İstanbul'da dünyaya gelir. İsak S.Şarhon artık muhasebe ile uğraşmaktadır, çizim yeteneği hiç yok olmasa da, bununla ilgili bağımsız bir iş yapma durumu rafa kalkmış, evlenip bir aile kurması ile bir bakıma macera süreci de sona ermiştir. Hayat görünürde sadedir, o yılların İstanbul şartlarında, herhangi bir aile gibi yaşanmaktadır. Ekonomik sıkıntılar olsa da, genel olarak ciddî bir sorun yoktur. Bu arada küçük Sami büyümekte, farklı dinlerden, farklı köklerden, farklı isimlerde arkadaşları ile oynamakta, aileler, komşular birbirlerine destek olmakta, görüşmekte, doğumu, düğünü, ölümü, bayramı, mutfaklarda pişenleri, acıyı-tatlıyı paylaşmaktadır...

1955 senesinin Eylül ayına kadar bu böyle gider. Ne var ki; o Eylül bütün Türkiyeli ''ötekiler'' için  öncekilerden çok farklı olacak ve en acısı, o senenin 6-7 Eylül'ünde bozulacak olan dengeler bir daha asla eskisi gibi yerine oturmayacaktır:( 6-7 Eylül olayları ile, bildi-bileli hep yanyana yaşamış insanların mütevazı, huzurlu, sakin ve uyumlu hayatları adetâ bir makasla kesilmiş, bu tablonun içinden ''huzur, güven, birlik, beraberlik, uyum, hoşgörü'' gibi kavramlar hoyratça çıkarılmış, geriye kalan hüzünlü boşluk, vakitsiz çekilmiş bir diş gibi hep oradan sırıtmıştır! 1955'de Demokrat Parti iktidardadır, enflasyon yükselmekte, genel hayat standardı düşmekte, huzursuzluklar tırmanmaktadır. Bu arada; Kıbrıs Türklerine uygulanan baskılar da kamuoyunun gündemini meşgûl etmektedir. Zor zamanlardan geçilmektedir yani, ama bu kadarla kalmayacaktır, ne yazık ki kalmayacaktır... 
 
Detaylar için buraya bakılabilir, benim asıl anlatmak istediğim, bu olaylara bizzat tanık olmuş bir kişinin hissettikleridir. 41 yaşındaki adam, ufak oğlu kucağında, telâşla, nefes nefese kayınvalidesinin evine doğru yürümektedir. Kurtuluş'la Elmadağ arasındaki o kısa yol sanki bitmek bilmiyor gibidir. Evin kapısına ulaşan adam etrafına bakınır ve hemen içeri girer. Küçük Sami'yi anneannesinin kucağına verir, ne olursa olsun kimseye kapıyı açmamalarını, pencereleri, perdeleri kapatmalarını, o tekrar gelinceye kadar da asla evden çıkmamalarını tembihler. Evden çıkarken, anneannesinin kucağından etrafa şaşkın şaşkın bakmakta olan küçük oğluna dönüp son bir kez bakar ve kapıyı çekip gider. Tam olarak neler olduğunu öğrenmek için, seslerin geldiği tarafa doğru yola koyulur. Sami Şarhon'un o güne dair hatırlayabildiği ise, babasının hızlı adımları, aşağıdan, Taksim tarafından yukarı doğru yürümekte olan kalabalığın attığı öfkeli sloganlar, cam şangırtıları ve kaynağını henüz bilemediği bir korkudur...

İsak S.Şarhon derin bir nefes aldı, sonra sustu. Karşılıklı sustuk bir müddet. Sonra; babasının  uzun süre çalıştığı Beyoğlu'ndaki o zamanların meşhur Mayer Mağazası'na giderken gördüklerini anlattı kısaca, fazla uzatmadan... O şık-şıkırdım dükkânların halini, ortalığa saçılan kumaş toplarını, dükkân raflarından indirilip caddeye yığılan malları, yağmayı ve kontrolden çıkmış insanların vahşî öfkesini anlattı. Bu hadiseler içindeki asıl hedef Rumlar olsa da, diğer ''ötekiler''in payına düşen epey acı, korku, huzursuzluk ve ziyan vardı elbette. Senelerce yanyana, içiçe yaşadıkları insanlarla aralarına birden korkunç bir ''yabancılık'' girmiş, birçok insan yaralanmış, maddî zarara uğratılmış, kadınlara tecavüz edilmiş, bazı mezarlık ve tapınaklar darmadağın edilmiş, ölenler de olmuştu. Olayların bilânçosu hayli ağırdı, Türkiye bu yaşananlarla uzun yıllar sonra yüzleşecek, bu konuda yazılan kitaplar, çekilen filmler çok ilgi görecekti belki ama? Hiçbiri gerçekliği değiştirmeye yetmeyecekti elbette. İsak S.Şarhon yeniden kayınvalidesinin evine dönüp, oğlunu sağ-salim bulmuştu, evet, ancak; artık hiçbir şeyin o kapıyı çekip çıktığı zamanla aynı olmayacağının da farkındaydı. Ve ondan sonra hiçbir şey gerçekten de aynı olmadı, olamadı...



Farkettim ki; karşımda oturup bana uzun hikâyesini anlatan bu yaşlı adam, bir ülkenin belleğine utanç tablosu olarak kaydedilmiş o zamanlar üzerinde fazla durmak istemiyordu. ''Komşulardan, tanıdıklardan çok kişi evini, malını satıp-savıp gitti, başka yerlere yerleştiler. Herkes bir tarafa dağıldı işte. Evet, kötü günlerdi, zor günlerdi ama geçti...'' demekle yetiniyordu. Çünkü o doğduğu toprakları, memleketini, yaşadığı şehrini, bu ülkenin insanlarını seviyordu. Ağzından kimseyi suçlayan, yeren, kınayan en ufak bir söz çıkmadı. Büyük oğlu Sami Şarhon da ''çocukken oynadığımız sokak oyunlarında hep bizim  payımıza düşen o  (korkak Yahudi) rolüne itiraz etmezdik, çocuktuk, bunun üzerinde fazla düşünmüyorduk galiba...'' diyerek konuyu bağlıyordu. Oysa çocukluk günleri geçecek, insan genç olduğunda bazı şeylerin artık çocuk oyunlarından daha farklı ve ciddî olduğunu görecek, gitmeyi değil, kalmayı seçenlerden olmanın kimi kez ağırlaşan yükünü ağırbaşlılıkla taşımayı da öğrenecekti. Gene de; bu insanların ''ötekileştirme'' mantığı üzerinde fazla durmak istemedikleri açıktı, ben de zorlamadım zaten, bırakalım öyle kalsındı. Bilinen yegâne gerçek zaten ortadaydı, 6-7 Eylül 1955'den sonra hiçbir şey bir daha eskisi gibi olamamış, insanların arasına daha evvel belki akıllarına bile getirmedikleri  o acımasız ''farklılıklar'' hançeri saplanmıştı bir kere... Üstelik; o hançer hâlâ saplandığı yerde duruyor, üzerinden 57 koca yıl geçmiş olmasına rağmen, farkında mısınız bilmem? Hayırlı haftalar OLsun hepimize... 

(Görsel tur için buraya müracaat lûtfen, 57 yıl önceki Eylül'den ve olaylardan kareler. Tam bir rezalet hakikaten, insan baktıkça utancı artıyor yâhû!..)

7 Eylül 2012 Cuma

Manyak herifler!..


İnsanı darmadağın edebilme becerisine sahip iki sinema insanı; biri bu, filmin yönetmeni, zaten manyak herif yani! Öteki üzerinde de fazla konuşmaya gerek yok, ''Biutiful''daki rolü ile 2010 Cannes Film Festivali'nde ''en iyi erkek aktör'' ödülünü kucaklamış olan, lâfını sakınmadan ortaya söyleyen, araba kullanmayı bilmeyen ve ehliyet alma lüzûmunu da hiç hissetmediğini belirten o tuhaf İspanyol... Bunların imza attığı filmlerden korkacaksın kardeşim, bileceksin ki öyle sabun köpüğü, kolay filmlerden hoşlanan seyirciyi hiç açmaz bunların filmleri, ona göre oturacaksın başına yani, ben onu bilir-onu söylerim! Müptelâsı  olduğum Barcelona şehrinin aynasını tersine çevirip, karanlık ve çirkin taraflarını hiç öyle sanatsal estetik kaygısı falan gözetmeden, alenen göze sokması yanında, içinden kanser, spiritüalite, çok derin insanî acılar ve sert yüzleşmeler geçen bir filmdi ''Biutiful'', darma-duman etti ruhumu, Bardem olacak o adamla da aynı gökyüzü altında yaşıyor olduğuma bir kez daha şükrettirdi, daha ne denebilir ki?.. 

Evvelce  ''Paramparça Aşklar ve Köpekler'' le ruhları kurşuna dizen Meksikalı yönetmen bu defa adetâ ''beyin ölümü'' etkisi yaratmış, evet! Çirkinle güzeli, iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı muazzam bir kapıştırma yeteneği, ''kime göre, neye göre?'' sualini çekiçle kafalara çakma, avuçlar dolusu yüzleştirmeyi suratlara sıvama, sonra bütün bunlardan çok derin bir spiritüel sonucu süzme, bardağa doldurma ve seyirciye uzatıp ''hadi bakalım, al iç şimdi bunu ama yüzünü buruşturmadan, çünkü bu senin kendi gerçekliğin!'' demenin, özetle iyi halt yemenin  İspanyolcası yani! Halen izlemeyen varsa, evvelâ kendini hazırlasın, sağlamlaştırsın biraz, ardından oturup izlesin. Sonra da ayaklarını sürüyerek yatağına gitsin, ağzında gerçekliğin paslı ve acı tadıyla, şifa niyetine... Adamdaki ifadeye bakın yâhû, deli midir nedir, tövbe tövbe! Allahtan; akşama yoga seansım var da, yerinden oynayan herşeyimi tekrar hizaya sokup fabrika ayarlarıma geri dönebilirim, yoksa?.. İki saat içinde bu dozda ''farkındalık'' ağır gelebilir insana! 

(Bu muhteşem adamları ayakta alkışlıyorum, yoksayılanı, görmezden gelineni ve genel ezberleri dürtme konusunda sahip oldukları cesarete, yeteneğe ve daha neleri varsa bilmediğim, hepsine şükran ve hürmetle...)

6 Eylül 2012 Perşembe

İkinci...

Kollektif bir huzursuzluk hali içindeyiz, evet... Çünkü ''nedenleri-niçinleri'' sorgulamaya, üzerinde detaylı düşünmeye falan değil, ''eh işte, idare ediyoruz''lara, ''n'apalım, öyle yuvarlanıp gidiyoruz''lara alışkın kodlarımız var. Mevcut alışkanlık düzenlerimizi değiştirebilme ihtimâli olan herkes ve herşeyden ödümüzün patlaması bu yüzden, kendimizi vaktiyle içine yerleştirdiğimiz o sözde güvenli kutulardan çıkmak ve olan-bitene bir de dışarıdan bakmak hiç işimize gelmiyor. Şartlar bizi kutumuzdan dışarı çıkmaya zorlayınca da huzursuzlanıyor, tersleniyor, saldırganlaşıyoruz. Böyle yaptıkça, dışarıdan gelen ''değişim/dönüşüm'' baskısı giderek artıyor, olaylar gitgide yakınlaşıyor, o pek güvenli sanılan kutuların çeperlerini zorluyor, ''var'' zannedilen nice şeyin aslında hayli zamandır ''yok'' olduğu farkediliyor, vaktiyle ertelenmiş-ötelenmiş, üzerine toprak atılıp görmezden gelinmiş  bütün hakikatlerle yüzleşmek zorunda kalmak da doğal olarak kendi içinde başka travmalar doğuruyor, büyük sancılar çekiliyor, benim etrafımda ve ülkem genelinde gördüğüm, gözlediğim açıkca bu...

Bugünkü Habertürk gazetesinde, ''Travmalarımız'' başlıklı bir yazı yazmış Elif Şafak. Yazısının sonunda dediği bana göre önemli:

''Oysa halının altına süpürülen her trajedi, bir şekilde çıkıyor yeniden. Bastırılan geri geliyor. Önümüzdeki dönem travmalarımızla sükûnet ve olgunlukla yüzleşmemiz şart, tabii eğer yeni travmalar açılsın istemiyorsak...''

İsteyen gündem yazısı olarak yorumlasın, isteyen özgelişim açısından değerlendirsin. İkisine de uyar, ben ikinciyi seçtim meselâ. Hayırlı farkındalıklar...

4 Eylül 2012 Salı

Bir sergi, farklı ve önemli...




Eyvah! Anneannem Ergen mi Oluyor? 
ARZU SANDAL 
Fotoğraf Sergisi 
17~25 Eylül 2012 

Atatürk Caddesi 386/A, Alsancak, Izmir
Kedi Kültür Sanat Merkezi
Tel:+90 232 4649935 * Fax: +90 232 4649835 Sanat 
info@kedikultursanat.org * http://www.kedikultursanat.org 


Bu projeyi sunmaktaki temel hedefim, sevgi dolu iyi bir bakımla Alzheimer'lı 
yaşlılarımıza sahip çıktığımızda, onların yaşam kalitesini olumlu hale 
getirebileceğimize örnek oluşturmaktı. 

Belki bana neden hastahanedeki ve ağır hallerindeki fotoğraflarını sunmadığımı 
sorabilirsiniz. Oysa hastalık, işin diğer yüzü. Herkesin başına gelebilecek soğuk hastahane görüntüleri, sevgisizlik, mekanikleşme, moral bozukluğu gibi istesem bu tip olumsuz hallerini de resimleyebilirdim. Çünki bu dönemi de çok yaşadık. Ama etik olarak bunu doğru bulmadım. Nedeni ise kendisinin bilinci yerindeyken o hallerini kimseyle paylaşmak istemezdi. Sevgi çemberinin içindeki hayata tutunma hikayesinin görüntüleri onun da memnuniyetle kabul edebileceği bir durumdu. 

Yaklaşık on yılı bulan bir projeydi bu. Bunun son kısımını kullanmak istememin sebebi de mücadelemizin başarıyla sonuçlandığını göstermekti. Bu sergimle 
izleyiciye seslenerek, yaşlıların evlerinden uzak tutulmaksızın sevgi, emek, 
mücadele ve şefkat göstermeleri önerisinde bulunmak istedim. Elbette sonraki acı gerçeği kabullenmemek anlamsız. Hepimiz bir biçimde öteki boyuta geçeceğiz.
Ama şu var ki ben bu noktada çok rahatım. 

Bu projemle bir biçimde belgesel çalışma gerçekleştirdiğimi düşünüyorum. Çünkü belgesel yapmanın en önemli özelliklerinden biri de olayı iyi araştırmak, 
derinlemesine bilgi edinmektir ki ben yaklaşık 10 yıldır Alzheimer hastalığının tüm detaylarını neredeyse bir kitap yazacak kadar öğrenmiş durumdayım ve 
annannemin kişilik özelliklerini de yakından biliyorum. Onun verdiği en ufak 
işaretle hastalanmak üzere olduğunu doktorlardan daha iyi anlayabiliyorum. Bu 
anlamda konuya çok hakim olduğumu düşünüyorum. Ve amacına uygun olarak olayın etrafında makine ile dört dönerek en iyi kareyi yakalamak üzere 
bekliyordum. Sergi için binlerce kare içinden özenle onun keyifli olduğu anları seçmeye çalıştım. 

Sanıyorum burada benim ayrıcalığım, hem hasta yakını hem de bir fotoğrafçı olarak, en iyisini kotarmaya çalışma gayretlerim oldu. Bu her iki kimliğimi de 
kullanarak bir nebze olsun örnek oluşturabildiysem ne mutlu bana... 

Arzu SANDAL / Nisan 2012 

2 Eylül 2012 Pazar

Siz uyuduktan sonra...

Dün gece geç vakitte, filmi tamamladıktan sonra bahçemdeki taş basamaklara oturup bir müddet derin sessizliği dinledim. O derin sessizliğin içinde aslında ne çok ses saklı olduğunu düşündüm, görünen sessizlikti, evet ama ya altındaki? Beni düşündüren filmleri, kitapları, her nevî sanat eserini bilhassa severim, ''Mientras Duermes'' yani  ''Ölüm Uykusu'' da öyleydi. İspanyolca anlamı kısaca ''uyurken''dir ''mientras duermes''in, ama herhalde daha afili olsun diye Türkçe çevirisini ''Ölüm Uykusu'' şeklinde yapmışlar, o da olabilir, zira uyuyor anafikre. Bir kere; dünya üzerinde en sevdiğim kentlerden birinde, Barcelona'da, defalarca boydan boya yürüdüğüm ''Gran Via'' üzerindeki eski bir apartmanda geçiyor. Ardından, favori filmlerim arasında daima üst sırada oturacak olan ''Te doy mis Ojos/Gözlerimi de Al''da başrolde oynayan ve oradaki problem yumağı zavallı-korkunç koca Antonio rolü ile milleti temelinden sarsan muhteşem İspanyol Luis Tosar bu filmde de başrolde. Bu kez bir ''örtülü psikopat'', görünüşte kimsenin fazla dikkatini çekmeden kendi halinde yaşayan apartman görevlisi Cesar olarak görüyoruz onu. Yönetmen 1968 doğumlu Jaume Balaguerò. 2011 yılı ve haliyle İspanyol yapımı genç bir film. Ve kesinlikle izlenmeli, benden söylemesi...

Luis Tosar denen 1971 doğumlu bu İspanyol, genel ölçülere göre hiç de yakışıklı kabûl edilmiyor, fazla ince dudakları, gür ve şekilsiz kaşları, yanağındaki beni ve kelleşmiş alnıyla klasik ''yakışıklı aktör'' kalıbına sığdırılabilecek bir adam değil belki, evet. Lâkin; bilhassa hasta/hasarlı karakter rollerinde yarattığı harikalara ve kucakladığı ödüllere bakılırsa, önemli olan da bu değil. Yetenek dediğimiz şeye  ''Allah vergisi'' denmesi ve bu sebepten herkeste olmaması, Tosar'ın her rolünde altı daha da kalın çizilen mühim bir hatırlatma adetâ... Ayrıca; kendisi filmlerinde arada tamamen çıplak görünmeyi de kafasına takmayan, özgüveni yüksek bir kardeşimizdir, yakışıklılık falan çok umurunda değildir yani:)  Zaten hayranıydım, dün gece daha da katlandı ona olan hayranlığım, bir kez daha  helâl OLsun!..

Favori filmlerimden biri olan ''Los Lunes Al Sol/Güneşli Pazartesiler''de, gene favori İspanyol adamlarımdan Javier Bardem'le karşışıklı, çatır çatır bir oyunculuk sergilemiş şahıstır öte yandan. Bu film de sizi kollarınızdan tutup sarsar, sallar, kendinize getirir, aklınızda OLsun...

Aynı zamanda bir müzisyen de olan Tosar, hasta ruhlu, oturmamış, zayıf karakterli adam rollerini ete-kemiğe büründürmekte nasıl bu kadar başarılı olabiliyor? Kendisi de bir psikopat ya da bozuk karakterli olduğundan değil elbette, adam muazzam bir gözlemci. Erkek cinsinin olası tüm zaaflarını, karanlık, gölgeli, bulanık taraflarını çok ustaca gözlemliyor ve rollerine yansıtıyor. Öyle ki; izlediğinizin bir film ve karşınızdakinin bir film karakteri olduğunu unutup, Tosar'dan (yani aslında canlandırdığı karakterden) tiksiniyor, ondan itina ile nefret ediyorsunuz, ölsün değil, ''gebersin'' istiyorsunuz çoğu kez, adam algınızda bu sahiciliği yaratıyor! ''Gözlerimi de Al''daki berbat koca Antonio karakterinde  izleyende acıma hissi uyandıran taraflar vardı belki, evet ama bu şiddetli kişilik bozukluğunun ve oluşturduğu trajik sonuçların önüne asla geçmiyordu. ''Ölüm Uykusu''ndaki Cesar ise, kesinlikle çok irkiltici, biraz içe dönük olmakla beraber kendi halinde ve normal biri gibi görünen bir apartman görevlisinin aslında ne korkunç bir ''örtülü psikopat'' olduğunu gösteriyor size ve müthiş rahatsız oluyorsunuz. Çünkü bunun gerçek hayatta da mümkün olabileceğini, hâttâ etrafınızda varolan ve genel değerlemelere göre ''normal'' diyebileceğiniz pekçok kişide bu hasarlı ve daha da kötüsü ''saklı'' karakterin varolabileceğini düşündürerek sırtınızı ürpertiyor...

Bu gibi ''örtülü kimlikler''e kolay kolay suç atfettirilmez, adı üzerinde, ''örtülü''dürler çünkü. Dışarıdan baktığınızda zararsız, çekingen, kendi halinde, iddiasız ve sıradan tiplerdir. Ama; insan zihninin karanlık dehlizleri vardır mâlûm, oralara öyle herkes bodoslama dalamaz. ''Kişilik bozukluğu''nu dışarıdan hemen anlayabilmek bu nedenle çok zordur, zaman ve gözlem, yani deneyimleme gerektirir. ''Örtülü psikopatlık'' ise dışarıdan keşfi neredeyse hiç mümkün olmayan bir durumdur. Ancak bu gibi kişilerle yakın ilişkide olduğunuzda, yaşadığınız kimi tatsız deneyimlerden yakalayabilirsiniz ipin ucunu, o da belki, her zaman değil, sağ kalma şansınız olursa tabii. Çünkü çok basit, sıradan bir tartışmanın sonu cinayete kadar gidebilir, ağır şiddet görebilir, sakat kalabilir ve hâttâ itilip-kakılırken kazara (!) başınızı bir yere çarpıp ölebilirsiniz, o zaman karakter tahlilinin de bir anlamı kalmayacaktır zaten! Kaldı ki; bu tip kişilik bozukluklarında genellikle muazzam bir yalan söyleyebilme, aslında olmayanı olmuş gibi kurgulayabilme becerisi vardır, bu da dışarıdan farkedilmeyi adamakıllı zorlaştırır. Asla ihtimâl vermeyeceğiniz kişiler olmaları biraz da bundandır. Bırakın filmde olduğu gibi polisi, en yakınlarını bile rahatlıkla uyutabilirler, örneği çoktur (yâhû, çok sessiz-sakin bir adamdı, nasıl böyle birşey yaptı hiç aklım almıyor valla, böyle şeyler yapacak adam değildi ki, görünürde bir sorunu da yoktu vs.vs...) Ben ve benimle aynı konularda çalışan hocalarım, karşılaştığımız vakalarda bunu sezersek eğer, derhal kenara çekiliriz zira o bizim alanımızı aşar. ''Şiddetli Kişilik Bozukluğu'' bizim spiritüel yöntem ve çalışmalarımızla halledilebilecek birşey değildir, kökü çok derindedir. Tekâmül plânlarında bu durumu deneyimlemeyi seçmiş olanlar, zaten yardım tekliflerine ya karşı saldırganlıkla (''sen kendine bak önce, asıl hasta sensin, tedavîymiş, terapiymiş, hah!'' vb. gibi) , ya da alayla, aşağılayarak, küçümseyerek cevap verir, kimseyi dikkate almaz, üstelik kendisine ''deli, çatlak, manyak vs.'' denmiş olduğunu varsayarak yardım etmeye çabalayanları düşman gibi görürler. Oysa, çok bilinen bir gerçektir, bırakın psikopatlığı, şiddetli kişilik bozukluğunu bir tarafa, alkolizm tedavîsi dahî ''Ben falanca-filanca, bir alkoliğim...'' kabûl cümlesiyle başlar. Durumunu kabûl etmeyen hiçkimseyi tedavî edebilmek mümkün değildir ve bu çok kesin bir kuraldır, pekçok hastalık türü için de aynen geçerlidir... Bu nedenle; bizler böyle vakalarla karşılaştığımızda evvelâ kendi aramızda bir istişâre yapar, en fazla nereye kadar gidebileceğimizi değerlendiririz. Genellikle de sorun bizi aşacağı için derinleşmemeyi seçeriz. Bir psikiatriste gidilmesini ve gerekiyorsa medikal tedavîden de destek alınmasını tavsiye edip yoldan çekiliriz yani, bizim yardım edemeyeceğimiz durumlar vardır çünkü, gerisi elbette kişinin kendi bileceği iştir, farkında OLabilirse ve düzelmek isterse elbette. Yoksa? Geçmiş OLsun...

Gelelim Cesar'a; hedef aldığı mutlu ve hayatı yolunda insanları (çünkü her iki şey de onun hayatında yok, o tipik bir loser, her anlamda) mahvetmek, varolan dengelerini bozmak ve kendisiyle eşitlemek için akıl almaz yöntemler kullanıyor, dehşete düşüyorsunuz! Normal gündelik hayatta, yalnızca apartman görevlisi olarak basit iletişimler kurabildiği genç bir kadını, dairelerin bütün anahtarları görevi gereği elinde olduğu için her gece dairesine girip, o eve gelmeden yatağının altına saklanıp, kadın evine gelip nihayet yatıp uyuyunca da sessizce oradan çıkıp kloroformlu mendille bayıltarak... Yoo, yoo, mesele hemen aklınıza gelen gibi değil, sonlara doğru o da var, üstelik genç kadının sevgilisi de yanındayken ama, onun sorunu cinsel temelli değil, mutluluğa dayanamıyor bu adam ve bu yüzden korkunç bir ''mutluluk hırsızı'' diyebileceğimiz  Cesar (asla para ya da başka birşey çalmıyor, maddiyatla hiç işi yok zaten) sandığınızdan/sanabileceğinizden çok daha ürkütücü şeyler yapıyor. Yavaş yavaş, şeytanî plânlarla ve çok dikkatle ilerliyor. Üstelik her sabah, işe gitmek üzere evden çıkan genç kadına asansör kapısını gülümseyerek açıp, ''bugün nasılsınız?'' diye sormayı da ihmâl etmeden. Kadının hiçbir şeyden haberi yok ve zaten şüpheleneceği en son kişi de bu kendi halinde, sessiz, saygılı, biraz çekingen apartman görevlisi Cesar. Ama tabii, onun da hata yapacağı bir yer var ve yapıyor da, gayet başarılı hedef saptırma taktiklerine rağmen, onun da toslayacağı bir duvar bulunuyor elbette.  Zaten film ondan sonra çok farklı bir ivme kazanıyor. Fazlasını anlatarak tadını kaçırmak istemem doğrusu, haksızlık olur bu çok başarılı filme...

Film bittiğinde, final jeneriği akarken ayağa kalkıp çok sevdiğim İspanyol sinemasını ve filme emek veren herkesi alkışladım, bilhassa Luis Tosar denen o olağanüstü herifi  tabii! İspanya'nın içinde debelendiği ekonomik krizi atlatmasını ve dünya sinemasına bunun gibi daha çok eser armağan etmesini de diledim öte yandan. Orijinal dilinde, altyazılı olarak izlediğimi söylememe gerek var mı, hiçbir başarılı dublaja kurban etmem filmin orijinal dilini, hele İspanyolcaysa hiç. 18 yaşının altındakiler şimdilik ertelesin izlemeyi, fazla pornografik öge içermiyor film ama, ciddî şiddet unsuru ve gerilim var, ergenlerin atlatması o kadar kolay olmayabilir. Filmde, kötü şeyler yaptığından şüphelenerek Cesar'a bir müddet şantaj yapan çokbilmiş ergen Ursula bile kolay kolay atlatamadığına ve sonunda gördüğü, duyduğu herşeyi ansızın unutup hafızasından sildiğine göre?:) Yetişkinlere ise tavsiye ederim, onlar atlamayıp izlesin bence. Ve hiç düşündünüz mü; acaba siz yatağınıza uzanıp uyuduktan sonra neler olabilir, en fazla ne olabilir yani? Siz derin uykudayken, gündelik hayatta hiç de dikkatinizi çekmeyen biri, tanıdığınız ama suçu-günahı asla konduramayacağınız, masumiyet perdesi ardına saklanmış biri hayatınızın akışını korkunç bir şekilde değiştiriyor olabilir mi, meselâ yani? Siz evde yokken anahtarıyla evinize girip şahsî eşyanızı kullanan, özelinizi kurcalayan, hayatınızın tüm detaylarını bilen ve sonra herşeyi eski haline getirerek çıkıp giden, hiçbir şey olmamış gibi elini-kolunu sallayarak ortalıkta dolaşan, bütün bunlardan haberi olmayan size gülümseyip selâm veren, asla şüphelenmeyeceğiniz, sizi kloroformla olmasa da, kendisine duyduğunuz güvenle uyutan  biri? :) Düşünmesi bile çok rahatsız edici, değil mi? OLsun, siz gene de düşünün ve etrafınıza alıcı gözle bakın bakalım, belli mi olur a canım, kimbilir, belki...
(Fransızca ama, film hakkında fikir sahibi olmak ve bilhassa fragmanını izlemek  için şuraya bakabilirsiniz...)

1 Eylül 2012 Cumartesi

İnkâr...

Hayatı boyunca kendi gerçekliğinden kaçmış, onu görmezden gelmiş, göreceği kaçınılmaz gerçeklikten korktuğu ve bunu kabûllenmekte çok zorlanacağını bildiği için, bizzat kendi aynasına bakmaya cesaret edememiş pekçok insan vardır. Ola ki; bu gerçekliği sezip onlara işaret edecek, farkına varacak/vardıracak biri çıkar, işte o kişi akıl almaz düşmanlıklara hazırlamalıdır kendini, elde taş saldırılacak, her türlü lince mârûz bırakılacak ve un-ufak edilecek yegâne kişi odur artık! Çünkü o sahte dokunulmaza dokunmaya cesaret etmiş, gördüğünü saklamadan, susmayıp apaçık söylemiştir üstelik, yüzleştirmiştir yani, vay onun haline!..

''Tabii ki sen hayatı sorgulamazsan, o seni sorgulamaya zorlayacaktır. Ancak sıkıştığında suçlayacak birini ararsın çünkü hayat kimseye acımaz. Ve; sen kendi yaptıklarının ve hayatının sorumluluğunu ellerine almazsan, her zaman kendini savunacak ve dışarıda bir kurban arayıp bulduğunu sanacaksın...''

Eddi Anter/İNKÂR (Sayfa 37) 
Yazar ve kitapla ilgili detaylı bilgi için şuraya bir tık lûtfen...


Düğümler...

Ve; 2012 yılının dokuzuncu ayına hayırlısıyla adım atmış bulunuyoruz, Eylül nihayet çıkıp geldi. Artık tabiat ve ona endeksli  iklim usulca değişmeye başladı, bütün bu sisteme, kutsal bütüne göbeğinden bağlı olan cümle varlıkla birlikte, bizler de elbette... Dönümler ''dönüşümler''i işaret eder, hiçbir şey aynı şekilde, aynı yerde ve aynı durumda kalmaz, zamanla beraber akar, biz farkında olamasak da değişir, dönüşür. Eylül'ün eşiğini atlamış olduğumuza göre; şu yazıyı dikkatle okumak ve üzerinde düşünmek zihnimize ışık tutabilir, düğümleri çözmemize yardım edebilir, haydi öyleyse. Kollektif bilince saygıyla hizmet eden ''Yedinci Boyut/Bireysel Gelişim'e teşekkürle...