30 Temmuz 2010 Cuma

Olanlar-bitenler...

Marmaris Netsel Marina'da geçtiğimiz ay kurulan ''kedi besleme noktası''nın haber ve fotoğrafları henüz elime geçti. Kendisinin de bu marinada bir teknesi bulunan Sn.Serdar Taci Zengin'in girişimleriyle yapılan bu güzel iş, memleketimde nadir de olsa yüz güldüren çalışmaların olduğuna dair umut verdi bana...

Netsel Marina'daki ''kedi besleme noktası''nın bu fotoğrafı kimileri için iç bulandırıcı, sinek, böcek, fare toplanması için birebir bir uygulama (be kardeşim, kedinin olduğu yerde fare barınabilir mi, hamamböceği, zararlı haşarat vb. bulunabilir mi, buna hiç mi basmıyor o güzel kafalarınız, diyorum ki azıcık zorlayıp saksıyı çalıştırsanız!) etrafa mikrop saçacak lüzumsuz bir yer, bunu kendi deneyimlerimden gayet iyi biliyorum. Bu tür uygulamalardan midesi bulanan ve engel olmak için elinden gelen ne varsa yapacak şahıslar çok, onlara göre temizlik ve hijyen ancak ve ancak hayvanlardan tamamen arıtılmış mekânlarda mümkün! Sokaklarda, etrafta tek bir kedi-köpek, hâttâ arada başımıza uğur niyetine pisleyecek bir güvercin dahî kalmayıncaya kadar kökten temizlikler yapılmalı, artık kibrit suyu mu olur, çamaşır suyu mu, yoksa en etkili zehirler mi, orasını bilemiyorum, ne varsa bu gereksiz canlı türlerinin köküne ekilmeli, ta ki topu birden yok olana dek!..

Marmaris'teki bu marina konuya çağdaş ve akılcı çözümün çok şık bir örneğini vermiş, bravo, tüm kalbimle tebrik ediyorum. Memletimizin diğer tatil beldelerine de emsâl teşkil etmesini diliyorum. Tabii sadece tatil beldelerine değil, milyonlarca insanın tepe tepeye ve gayet tepe tepe (!) yaşadığı büyük şehirlere, geceyarıları anasının memesinden koparıp aldıkları yavru hayvanları çöp gibi poşetlere doldurup götürüp uzaklara atan, ''vatandaş şikayet ediyor'' kılıfına saklanarak her türlü kanun dışı uygulamayı yapmakta sakınca görmeyen kimi ''çağdaş''''cici'' belediyelere ve bütün bunlara göz yuman asıl yetkililere de öyle! Üzerinde yaşadığımız hiçbir alan sadece ''insan'' türüne rezerve edilmiş değil, eğer öyle olsaydı yaratıcı sistem herhalde bunu baştan kurgular ve dünya üzerinde insandan başka canlı türü bulunmazdı. Biraz akıl-fikir, biraz düşünme, biraz mantık bu sersem ezberi dağıtmaya kafî zaten, tersi artık komik kaçıyor bayanlar-baylar, kusura bakmayın!..

Bu görüntü baştakiler gibi hoş ve insanî değil, farkındayım  ama ne olursa olsun bu fotoğrafı yayınlamayı vazife addettim. Bu fotoğraf da memleketimizin gözde tatil beldelerinden birinde çekildi çünkü, Edremit-Akçay'da. 77 ZE 777 plâkalı gri bir cip dün öğle saatlerinde, sokak ortasında, boynu tasmalı bu köpeğe çarpıp kaçtı. Evet, kaçtı! Ağır yaralı köpeğin acılar içinde kıvranmasına dayanamayan mahalle sakinleri veteriner çağırdı ancak yapılan tüm müdahalelere rağmen hayvancık kurtarılamadı:( Şimdi bu vaziyet üzerine ''ne olmuş yani, insanlara da çarpıp kaçıyorlar, ne var yani bunda, cık cık cık!..'' diyecek olanların da varolduğunu biliyorum. Zaten mesele de bu ya; işte gene aynı sersem ezber çıkıyor karşımıza! Bayanlar-baylar, bir insanın ölümüne sebep olmanın da, bir hayvanın ölümüne sebep olmanın da, keyfî olarak bir ağacı kesmenin de özünde aynı şey saklı:''yaşama hakkına saygısızlık'', hepsi aynı temelden besleniyor, hâlâ anlayamıyor musunuz bunu? İnsana çarpıp kaçmak da aynı, hayvana çarpıp kaçmak da, özünde aynı korkaklık ve aynı şerefsizlik var! Birini diğerine üstün ya da haklı kılan hiçbir taraf yok. Sizler hayvana çarpıp kaçan adamı hoşgörüp bunu sıradanlaştırdıkça, insana çarpıp kaçma olgusunu besleyip güçlendiriyorsunuz, bunu yapan diğerini de yapabilme potansiyeline sahip çünkü, ikisinin arası yalnızca bir adım!

Gerekli suç duyuruları yapıldı, dilerim bu araç ve sürücüsü bulunacak, ilgili kanunun yaptırımları uygulanacak. Halen bilmeyen varsa bildireyim, 5199 sayılı kanunun ilgili maddesine göre çarpılıp yaralanmasına, sakat kalmasına ya da ölümüne sebep olunan hayvanın sahipli, sahipsiz, kedi, köpek, ayı, tavşan, kurt ya da fil olması farketmiyor, kazadan sonra durup çarptığınız canlıya yardım etmeniz, ilgili birimlere haber vermeniz, mümkünse onu veterinere ya da veterineri ona ulaştırmanız,onun için yapabileceklerinizi yapmanız icap ediyor. Vurup kaçmak kanuna göre suç! Plâkanız bu hadisede olduğu gibi tesbit edilir ve görgü tanıkları da bilinçli davranıp suç duyurusunda bulunursa başınız ağrıyacak demektir, bilesiniz. Eğer çarpıp kaçtıysanız ağrımalıdır da zaten! Yarın-birgün bir çocuğa da çarpıp aynını yapmayacağınızı kim bilebilir? Direksiyon başına geçmişseniz dikkatli olacaksınız, hiçbir canlıya zarar vermeyecek şekilde davranacaksınız, elinizde olmadan bir kaza yaşanmış ise de durup sorumluluğunuzu yerine getireceksiniz, kaçmayacaksınız! Bozacaksınız artık bu bayat ezberlerinizi bayanlar-baylar, BOZACAKSINIZ! Ta ki; dünyanın sadece size ait olmadığını, hepimizin aynı bütünün parçaları olduğunu anlayıncaya kadar, işte o kadar!..

Meraklısı için ek ve de dip: İki ayrı haber, biri ''su''ya dairdir, habere aha da  buradan gidilir, öteki ise İspanya'nın çok sevdiğim Catalunya bölgesindendir, Catalan Özerk Parlamentosu'nun aldığı cesur bir kararın haberidir, tarafımdan alkış ve takdirlerle kamuoyuna ilân edilir. İşte sivil toplum örgütleri ve parlamentonun işbriliği+ahenk içinde çalışması, neticede de yaratacağı maddî kayba rağmen insanî kararlar alması böyle güzel ve örnek alınacak birşeydir. Bütün bunların üstüne de, zannederim şu muhteşem mektup çok iyi gidecektir. ''Hayvanlar olmadan insan nedir? Eğer bütün hayvanlar bitse, insan  ruhun büyük yanlızlığından ölürdü. Çünkü hayvanlara ne olursa, insana da aynısı olur, kısa süre içinde. Her şey birbirine bağlıdır.'' Ruhundan öperim Büyük Şef Seattle, yolun ışıklı olsun...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Peki:)

Şehir İzmir, ilçe Karşıyaka, semt Bostanlı, Demirköprü civarında bir ara sokakta, eski bir apartmanın bahçe kapısı önündeki karton levha bu, bugün işten dönerken rastladım ve önünde durup epeyce güldüm:) Yazım hatasını bir kenara bırakalım, ifadeyi ise düşünelim derim. Başta ve sondaki küçük fontlarla yazılmış ''lûtfen'' konuya bir ölçüde nezaket katıyor katmasına da; kedi ve köpekleri bahçeye kaka yapmaktan alıkoyacak şey ne oluyor burada, ben onu anlayabilmiş değilim? ''Yapamaz'' deyip, sonuna da ünlem işareti koyunca bunu okuyan kedi ve köpekler ''haaa, buraya kaka yapamazmışız arkadaş, adam yazmış bak, gidip başka yerde görelim doğal ihtiyacımızı'' mı diyecek, bu levhayı gördüklerinde bahçeye girmeyip yollarına devam mı edecek, yoksa benim aklıma gelmeyen başka bir durum mu olacak, doğrusu ben işin içinden çıkamadım. Belki siz çıkabilirsiniz diye de derhal bu fotoğrafı çekip burada yayınladım. Sokak kedisi ve köpekleriyle ''lûtfen'' kullanarak, gayet nazik iletişim sağlamaya çalışan bu şahsı kutlarım kutlamasına da? Bu ifade kendisinin derdine derman olabilir mi, işte o konuda hayli kuşkuluyum:) Güzel ülkemin güzel insanının kendine özgü güzelliklerinden biri mi desek acaba? Enteresan milletiz vesselâm:) Herkese hayırlı kandiller, ben kandil lokması yemeye çıkıyorum. Kimbilir, belki o arada bu vaziyete de geçerli  bir açıklama bulurum:)

25 Temmuz 2010 Pazar

Ne kitapsız, ne kedisiz...

Başlık sevgili Bilge Karasu'nun bir kitabının adıdır aslında, bilenler bilir. “Varlığına alıştığım bir nesneden kopmak güç gelebilir. Yaşam, pek çok şeyden kopmasını öğrenmektir de.” cümlesiyle okurun zihnine yerleşmiştir. Bizim evdeki hayat da tıpkı Karasu'nun felsefesindeki  gibidir, bu evde ne kitapsız, ne de kedisiz olunabilir... Şu aralar ilaçsız/kimyasal desteksiz tedavi şekillerine kafayı takmış olduğumuzdan okunan kitaplar, uygulanan yöntemler ve fikir alış-verişinde bulunulan kişiler de genellikle bu minvaldedir. Bu kitapların birinden seçilmiş şu cümle sadece bu Pazar'ın değil, tüm hayatın anafikri olabilir: ''Hiçkimsenin kirli ayaklarıyla aklımdan geçmesine izin vermeyeceğim...'' İfade Gandi'ye aittir, etrafımızda dolaşıp hayat enerjimizi emen, motivasyonumuzu düşüren, kendi kalıplarını ve kurallar sistemini dayatarak kişisel özgürlük alanlarımızı daraltan enerji vampirlerine dairdir. Ve her türlü ''iyileşme''nin asıl sırrı da burada gizlidir, kâinatta varolan herşey ''enerji''den ibaret olduğuna göre, bireyin zihinsel ve bedensel sağlığı da iyi enerjiye endekslidir. Bu enerjinin kalitesini düşüren, ritmini bozan, frekansını değiştiren her kim ve ne varsa bunlar ayıklanmalı, temizlenmelidir ki; iyi enerji varlığa akabilsin, her türlü hastalığa sebep olan tıkanıklıklar giderilebilsin ve bu sayede  tam bir ''iyileşme'' gerçekleşebilsin. Şu aralar zihnim Acmos ve benzer yöntemlerle tedaviye odaklı, araştırıyorum, öğreniyorum, deniyorum ve bu gibi ilaçlara alternatif  iyileşme çalışmalarını seviyorum...

Saf ruhlar sıcaklara yenildi, İzmir'in delirtici sıcağı bizim Yağmur oğlanı da böyle tuşa getirdi! Koridorda sürekli hava akımı olduğundan evdeki canlar genellikle koridora boylu boyunca serili. Bu sıcaklarla başedebilmek için, varlıklarında gizli bulunan temel bilgileri kullanıyorlar, metabolizma hızlarını yavaşlatıyor, daha az yemek yeyip, daha çok su içiyorlar. Hareketleri de yavaşlıyor ve daha fazla uyuyorlar. Onların terleme mekanizmaları da bizden farklı tabii, netice itibarı ile değişken koşullara derhal ve bir şekilde uyum sağlayacak biçimde davranıyorlar. Tabiat ile uyum frekansından, bir başka deyişle ''bütün''den çoktan kopmuş olan insan ise böyle durumlarda ne yapacağını şaşırıyor, klimalar vasıtası ile soğutulmuş ama niteliği bozulmuş, kalitesiz havayı soluyarak, kas ağrılarıyla, ödemlerle, nefes problemleriyle boğuşarak oflayıp pufluyor, nereye gitse oraya sığamıyor! ''Bazıları mutluluğun peşinde koşar, diğerleri ise yaratır'' diye anonim bir söz vardır, kâinatla uyum frekansından sapmamış, o muhteşem ''bütün''ün vazgeçilmez bir ''parça''sı olduğunu henüz unutmamış canlı türleri bana bu sözü hatırlatıyor. Bu sebepten; dünyada yalnızca insan her durumda şikayet ediyor ve hiçbirşeyle yetinemiyor. Yazın kışı, kışın yazı özlüyor, durmadan devinen ve değişen enerjilerle uyumlanamıyor, bir türlü ikna/tatmin olamıyor. Akışa uymak, direnç mekanizmalarını durdurmak işte bu sebepten önem kazanıyor. Zira kuantum felsefe ile ilgilenenler gayet iyi bilirler ki; dirençle karşılaşan herşey zayıflamak, güçsüzleşmek yerine daha da kuvvetleniyor, sağlamlaşıyor, yerleşiyor. Kitaplar da, kediler de iyi enerjiyi besliyor, bilgiyi ve varoluş bilincini destekliyor. Bu yüzden ''ne kitapsız, ne kedisiz''iz efendim, her ikisi de tarafımızdan hararetle tavsiye ediliyor...

23 Temmuz 2010 Cuma

İspanyol işi bir evlilik haberi...

Birlikte oynadıkları filmlerdeki uyum ve başarının sırrı elbette her ikisinin de İspanyol oluşundan kaynaklanmıyordu. Penèlope Cruz ve Javier Bardem aslında iki eski arkadaştı. Farklı insanlarla pekçok beraberlik yaşamışlar ve Oscar kazanmanın sevincini de paylaşmışlardı. Arkadaşlıklarının duygusal boyut kazandığını öğrendiğimde gülümsemiştim, filmlerdeki uyumu demek özel hayatlarına da taşımışlardı. Her ikisini de izlemeyi severdim zaten, bu yüzden sevinmiştim:)

Ünlü İspanyol yönetmen Almodóvar'ın çalışmayı özellikle sevdiği bu iki oyuncu artık evli, bu son zamanlarda aldığım en güzel evlilik haberi diyebilirim. Bardem zaten genel sisteme aykırı duruşu ile dikkat çeken bir adam, oynamayı seçtiği rollere bakıldığında bu gayet açık görülür. Müthiş cesur ve özgüvenli, yakışıklı olmanın aktörlükte sadece bir cilâ olduğunu çok önceden farketmiş bana göre. Bu yüzden sûretini önemsemiyor rollerinde, 50 yaşlarında, yatağa mahkûm, saçları dökülmüş, kendisi için ısrarla ötanazi isteyen felçli bir adamı da, alkolik ve hayatta hep kaybetmiş sıradan bir işçiyi de aynı rahatlıkla canlandırabiliyor yani. Ya da tuhaf ve irkiltici görüntüsüyle su içer gibi adam öldüren manyak bir serî katil olabiliyor. Hayran olduğum Johnny Depp de öyledir, ''yakışıklı'' nitelemesinden hoşlanmaz ve rollerinde yakışıklı görünme derdi hiç yoktur. Bu sebeple, onu da hep izleyiciyi yerinden sıçratan, acaip, tuhaf kimliklerde izleriz. Bu takdir edilesi bir özgüven tezahürüdür ve Bardem'de de aynısı vardır. Ben böyle  ''sürü''nün bir parçası olmayı kayıtsız-şartsız kabûllenmeyen, aykırı, sahici ve kendine has kişilikleri çok severim. Zannediyorum bu kişilerin alanlarında başarılı olmaları da sadece bir tesadüf değildir. Penèlope Cruz yengemiz de öyledir.

''Star''lık kavramı içinde ''sahicilik'' ne kadar ve nereye kadar olabilir, bu ayrı bir tartışma konusudur kuşkusuz. Ama bildiğim odur ki; ''sanat'' gibi özel yeteneğe bağlı bir alanda yaşayan ve çalışan insanların başarısı güzelliklerine ya da yakışıklılıklarına endeksli değildir. Hele sinema sanatçıları için ilk ve temel gereklilik olarak düşünülen bu klasik ezber de artık özgüveni yüksek, cesur ve aykırı kimlikler tarafından başarıyla bozulmakta, doğrusu çok da iyi olmaktadır. Canlandıracağı rol için onlarca kilo almak ya da vermek, saçıyla, yüzüyle, görünüşüyle  cesaretle oynayabilmek, bunu yaparken çirkinliği ya da güzelliği değil, rolün gerçekliğini baz almak öyle herkesin kolaylıkla yapabileceği birşey değildir. Sanırım bu yüzden ''gerçek'' starlar gündelik, makyajsız ve sıradan halleriyle görüntülenmekten çekinmiyor, ''ayyy, makyajsızım, lûtfen çekmeyin yaaa!'' gibi vaziyetlere gerek duymuyor, bu gibi fotoğraflarına bakıp bakıp duvar tekmelemiyor:) Gene şahsî kanâatimdir; Penèlope ve Javier de eminim birbirlerini zaten bu halleriyle seviyor. Kategorize etmek istemem ve zaten uzun zamandır birlikte olan insanların gidip bunu resmîleştirmiş olmalarını da  kendi seçimlerine bağlarım ama, bana bu evlilik başarılı olacak gibi geliyor. Bu kadınla bu adam birbirine yakışıyor. Yanyana ve ruhruha iyi duruyor, yeteneklerinden ortaya harika bir karışım çıkıyor. Ve hissediyorum, onları izlemeyi seven bizleri daha epeyce güzel, lezzetli  film bekliyor:)

Meraklısı için: Efendim, ''tüm canların avukatı'' sevgili Ahmet Kemal Şenpolat haber etti, ben de duyurmayı görev bildim. Bu akşam NTV ekranında yayınlanacakmış, zihninde vejetaryenlikle ilgili soru işaretleri uçuşan ve bilhassa etcil beslenmeyi sevenler izlerse faydası olacağı kanâatindeyim. Benden söylemesi, sizden izlemesi...

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Su gibi aziz...

Yaz mevsiminin belki de en civcivli günlerindeyiz, ülke genelinde havalar çok sıcak. Aslında her zaman öyle ama, bilhassa şu sıralarda tüm canlıların en öncelikli ve temel ihtiyacı ''su''. Şu çok sıcak yaz günlerinde suyun bizler için ne denli önemli olduğunu belki çok daha iyi anlıyor ve çeşmemizden akan temiz su için sık sık şükrediyoruz. Diğer mevsimlere oranlandığında, günlük su tüketimimizin hayli artmış olduğu da bir gerçek. Yeri geliyor günde birkaç defa duş alıyoruz, elimizi-yüzümüzü çok daha sık yıkama ihtiyacı hissediyoruz. Çamaşırlarımız terle çabucak kirleniyor ve daha sık yıkamamız gerekiyor. Bahçelerimizin, bitkilerimizin şu mevsimde suya daha çok ihtiyacı var çünkü buharlaşma oranı gayet yüksek. İçtiğimiz su miktarında da artış sözkonusu zira terleyerek normalden çok su kaybediyoruz. Buz tüketimimiz ha kezâ öyle. Özetle; ''su'' şu sıralar hayatımızın en olmazsa olmazı...

Biz insanlar temiz içme ve kullanma suyuna kolayca ulaşabiliyoruz ki; bu bana göre en büyük şükür vesilesi. Peki ya diğer canlı türleri? Onların belki kullanma suyuna ihtiyaçları yok ama, içme suyu hayatta kalabilmeleri için elbette en öncelikli ihtiyaçları. Ellerini uzatıp açabilecekleri, ağızlarını dayayıp kana kana su içebilecekleri temiz su akan çeşmeleri yok onların. Sokaklarda hayatta kalma mücadelesi veren canlar için bu mevsimin de zorlukları var ve en büyük zorluk da susuzluk. Hâlbûki çözümü çok basit, kolayca ulaşılabilecek kullanılmış plastik dondurma ya da yoğurt kaplarının içine doldurulacak şebeke suyu belli noktalara bırakılacak, o kadar. Arada kontrol edilecek, tükenmiş su tazelenecek. Garibanlar güneşin altında kaynamış, yosunlanmış, bayat suya bile razı zaten ama arada o kirli kapları değiştirmek o kadar da zor bir şey değil. Benim gibi yanında bu iş için doldurulmuş su şişeleri taşıyanlar, sokakta gördükleri boş kapları kolayca takviye edebilirler, ek bir zahmet gerektirmiyor yani. Köşelere, balkon altlarına, bahçe kıyılarına yerleştirilmiş bu su kaplarını (niçin orada olduklarını bildikleri halde!) alıp atanlara, kapıcılara buyruk verip kaldırtanlara (hani kimileri alt tarafı dandik bir apartman ya da site yöneticiliğini ülke yönetimi falan gibi algılayıp kendilerini devlet başkanı, kral ya da kraliçe olmuş zanneder ya, bu gibi yetki arsızlarının ilk hedefi de genellikle sokak hayvancıkları olur, tecrübe ile sabit ve de malûmdur!), tekmeleyip yuvarlayanlara ise tek bir sözüm var: ''Dilerim Allah sizleri de kavurucu sıcakta susuz kalmanın nasıl birşey olduğunu yaşatarak terbiye etsin, diliniz damağınıza yapışsın, bir yudum suya muhtaç olmanın nasıl birşey olduğu oruç harici de kafanıza dank etsin, o vakit bakalım aynı şeyi aynı kolaylıkla yapabilecek misiniz bayanlar, baylar!..'' Haydi bakalım, şimdi herkes alsın eline kaplarını, doldursun içine temiz suyu, koysun uygun köşelere, sokak canları içip susuzluklarını giderdikçe su gibi aziz olsun bu sıcaklarda onları da düşünen iyi insanlar. O iyi insanların içtiği her yudum su onlara helâl olsun, bedenlerine şifa olsun, kevser olsun, bal-şerbet olsun...  

18 Temmuz 2010 Pazar

Mevsim normalleri?!!!


''Normal'' nedir, ölçüsü neye ve kime göredir, tartışılır. Ancak bildiğim odur ki; şu günlerde İzmir'in meteorolojik şartları herşeye ve herkese göre o ''normal'' denen şeyin sınırlarını zorlamaktadır! Uyumak, uyanmak, yemek pişirmek, pişirdiğini yemek, işe gitmek, işten dönmek, temizlik yapmak, ev toplamak hâttâ hiçbirşey yapmadan öyle oturmak bile bu şartlarda son derece zordur! Günde elli defa duşa girseniz ya da bırakın duş yapmayı falan, zamanınızın tümünü banyo küvetinde, duşun altında geçirseniz de fazla şey değişmez, ya ılık suyla veya terle, her durumda ıslaksınızdır, bir türlü kurumanız mümkün olmaz! Yani ''mevsim'' kavramını ayrı bir başlık altında tartışmalısınız, ''mevsim normali''ni ayrı. Şimdi hiç uğraşamayacağız valla bu işlerle! Özetle; hepimiz yere yapışmış durumdayız efendim, umumî vaziyet vahim! Herkese serin düşler dileyelim bari ve kısa keselim, daha ne diyelim?..

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Sevincin İspanyolcası...


 
Söylemesi kolay, kazanması zor: ''La copa del mundo'' yani ''dünya kupası''... Dünyanın farklı kıtalarından futbol millî takımları birbirlerini devire devire ilerlediler, iş finale gelip dayandığında ortada sadece Avrupa kıtası kalmıştı. Kupayı evine hiç götürmemiş iki Avrupa takımı arasındaki kıran kırana mücadele dün gece sonuçlandı ve özellikle İspanya'nın başkenti Madrid'de daha önce benzeri yaşanmamış çok özel bir sevinç yaşandı, zira ''La copa del mundo''yu İspanya millî takımı işte böyle kucakladı:)

Ülkenin en ünlü gazetelerinden ''El Pais''e göz atın istedim, elbette ve haklı olarak manşetlerde bu büyük başarının gururu+sevinci vardı. Bana ve izleyen pekçok kişiye göre maçta muhakkak gösterilmesi gereken bir kırmızı kart vardı, eğer hakem İspanyol oyuncunun kaburgaları arasında patlayan o müthiş tekmenin karşılığını kırmızı kart olarak verse ve tekmenin sahibi Hollandalıyı maçtan atsa karşılaşma uzatmalara kalmaz ve İspanya beklenen golü çok daha önce çakardı ama olmadı. Bu arada; forma arkadaşım ''7'' numaralı David Villa dün kötü günündeydi, çocukcağız ne yaptıysa sanki eline yapıştı, bu da ondan beklentisi olanları haliyle hayâl kırıklığına uğrattı! Maçın ikinci uzatması başladığında  iyice daraldım, sanki yüzbilmemkaç dakikadır beygir gibi koşan futbolcularla birlikte ben de o kadar koşmuş ve artık tükenmiş gibiydim, maçın kaderi atılacak o ilk ve tek gole kilitlenmişti ve bu durum sinirleri adamakıllı germişti. Fotoğrafta gördüğünüz Sergio Ramos biraderim baştan sona mücadeleyi hiç bırakmaması ve sık sık başını göğe çevirerek yaradandan yardım istemesi ile dikkat çekti. Ve beklediği yardım biraz gecikmeli de olsa nihayet geldi:) Hanımefendiliği ve sadeliği ile daima takdir ettiğim İspanya kraliçesi Sofia'nın bile yerinden fırlayarak çılgınlar gibi sevinmesine sebep olan o ilk ve tek gol benim ses tellerim üzerinde de hayli yıkıcı bir etki yaptı, itiraf etmeliyim! Bağırdım, evet olanca sesimle bağırdım, hiç de pişman değilim efendim. Tahminlerimin doğru çıkmasına da ayrıca sevindim:) Şimdi artık diledikleri kadar kutlasınlar dünya şampiyonluğunu, haklarıdır İspanyol kardeşlerimin. Boğa güreşleri konusunda halen farklı saflardayız ancak futbolda sevincimiz ortak, bütün kalbimle ve halen sırtımda olan terli millî takım formamla tebrik eder, bir kez daha ''Viva España!'' derim...

                       
Aha da bu tekmedir bahsedilen, adamın böğrüne şekilde görüldüğü gibi geçirilmiş olup kırmızı kartı haketmekteyken hakemin gösterdiği sarı kartla izleyicileri şaşırtmış ve maçın kaderini de elbette etkilemiştir. Ne ki; bu vaziyet İspanya'nın galibiyetini engellemeye yetmemiş, sadece hayli geciktirmiştir. Tekmeyi atan arkadaş kırmızı kartla maçtan çıkarılmış olsaydı muhtemelen daha kısa ve gene İspanya'nın galibiyetiyle sonuçlanan bir mücadele izleyecektik, o vakit 10 kişi kalmış olan Hollanda belki bu kadar direnemezdi diye düşünüyorum. Neyse...

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Sinir ilaçları!..

Genç kızların aşırı makyaj ve hep aynı ton sarıya boyalı saçlarla kendilerini ilâhe zannederek ortalıkta dolaşması, etraftaki diğer dişi varlıklara da ucubeymiş gibi trendy güneş gözlüklerinin ardından ve tepeden bakması! Bu cinslerden bizim Bostanlı'da da çok var ne yazık ki... Arkadaşlar, güzelliğin kriterleri ne yazık ki sandığınız gibi değil, dikkat çekici olabilirsiniz ancak bu şekilde ''çekici'' olduğunuzu da zannetmeniz büyük yanılgıdır, üzgünüm ama gerçek bu. Arkanızdan kaç kişinin dönüp baktığı mühim değil, acep hakiki kimliğiniz ve tabii halinizle de güzel misiniz? Sevdiğiniz, seveceğiniz, evleneceğiniz adam yanınızda uyanmaktan mutluluk duyacak mı, şiş gözleriniz, dağınık saçlarınız, boyasız yüzünüz ve dizleri çıkmış penye pijamanızla da beğenecek mi sizi, daha yüzünüzü yıkamadan, dişinizi fırçalamadan aşkla sarılıp öpebilecek mi? Yoksa ondan önce kalkıp banyoya mı koşacaksınız hep makyaj yapmak, saç fönlemek için? Neyse deneye-yanıla neticede olgunlaşacak ve aslolanın ''birilerini ve birşeyleri taklit etmek'' değil, kendinize ait, oturmuş, yerleşmiş bir tarz geliştirmek olduğunu kavrayacaksınız. Gençliğinizi sevin bence ya, yaşınızdan daha büyük görünmeye çalışarak, makyajınızı, saçınızı, dekoltelerinizi abartarak müthiş seksi, tapınılan, sözde herkesi sollayıp geçen bir arzu nesnesi olduğunuzu sanmanız içimi acıtıyor, yazık oluyor:(

Hanımlar; kilolu olmak yalın haliyle fecî birşey değildir, bu durumu fecî kılan kilolu insanların asla giymemesi gereken kimi şeyleri giyip ortalıkta dolanmaktır. Bunlardan biri de bedene sımsıkı yapışan  skinny jeanlardır! Hele bir de düşük bel olursa bilin ki vaziyet artık saç-baş yolduracak noktadadır! Evinizde, kendinize özel zamanlarda falan giyin tabii, birşey diyemem ama ne olur o halde ahalî içine çıkmayın ya, o jeanların içine sığabilmek için verilen mücadele bana göre kilo vermek için uygulayacağınız sağlıklı bir diyet ve yapacağınız kimi egzersizlerin yanında solda sıfır kalır! Deneyin Allah rızası için,  lûtfen, rica ediyorum. Bu gibi manzaralarla karşılaştıkça ben sıkıntıdan buram buram terleyerek sizler adına da kilo veriyorum ve ideal kilomu bu yüzden kaybediyorum!..

Bu ne bu şimdi? Partnerinizle hiç böyle bir duruş denediniz mi, ya da sokakta, sağda-solda böyle duran sevgililer, eşler falan gördünüz mü? Bu vaziyetin anlamı nedir, evlilik hayatına dair kimi mesajlar içermekte midir? Sözgelimi; beraber yemek pişirmek için mutfağa girdiğinizde tezgâhın üzerindeki malzemelere ya da ocaktaki tavaya bu pozisyonda mı bakacaksınız? Gelinin eller niye belde, hadi damadı anladık. Hayatınızı hep penceresinin önünden yelkenliler geçerken günbatımı eller belde seyredilen, sıkıcı şekilde klasik döşenmiş bir yalıda mı geçireceksiniz? O yalı size evlilik hediyesi midir? Sizin akrabalar çok mu zengindir? Gelinle damadın eskiden olduğu gibi yanyana ve kendileri olarak, kendileri gibi gülümseyerek verdiği sade nikâh pozlarının suyu mu çıkmıştır? Bu gibi tuhaf fonlar önündeki, bir o kadar tuhaf duruşlu gelin-damat çekimleri insana sınıf falan mı atlatmakta, elâlemi hasetten çatlatmakta mıdır? Mesajı alamadım sanırım ben, cahilliğime verin, nasıl yani ya, niçin, neden?..

''Aaa, ben etsiz sofraya oturmam, zaten etli birşey yemezsem hayatta doymam'' diyenler, bunun beslenme kaliteniz ya da zenginliğinizin bir göstergesi olmadığını, sadece hayatınızın ileri bir evresinde sağlığınızı muhakkak tehdit edecek bir alışkanlık olduğunu ne vakit farkedecek ve bu ezberi ne vakit terkedeceksiniz? Kolesterol ya da tansiyon tavana vurunca mı, bağırsaklar iflas edip şimdi beğenmediğiniz o sebzelere, salatalara, otlara, bitkisel liflere, posalara paşa paşa mahkûm olunca mı? Hem üretim, hem de tüketim bazında maliyeti bu kadar yüksek bir şeyi (bir kilo kırmızı et eldesi için sarfedilen su, elektrik vs. hesaplandığında tablo kabak gibi çıkıyor ortaya, et odaklı beslenme alışkanlıkları dünyanın geleceğini tehdit ediyor ve gezegenimizdeki yetersiz beslenenleri, açları çoğaltıyor aslında!) beslenme sisteminizin odak noktası yapmak sizi etsiz tencere kaynatan zavallı fakirlere ya da ot yemekten aklı eksilmiş vejetaryenlere (!) üstün mü kılıyor yani? Bedenlerinizi ısrarlı bir tempoyla hayvan mezarlığına çevirmek bu kadar mı keyifli? Sonrası daha zor olmayacak mı sizler için? Ben çoook hastanede yattım, hiçbirinde hastalara yoğurtlu-soslu kebap servis edildiğini, akşam yemeğinde kızarmış biftek, pirzola verildiğini görmedim? Allah düşürmesin de, günün birinde yolunuz oralara düşerse görüp göreceğiniz en fazla tavuksuyuna şehriye çorbası falan olacaktır, gerisi hep o şimdi burun kıvırdığınız, yemekten saymadığınız sebzelerden oluşacaktır, içinde eser miktarda kıyma bulursanız şükredin! Ve bana sorarsanız, siz şimdiden midelerinizi sade suya haşlanmış, üzerine yoğurt bocalanmış pirinç lapalarına, patateslere, ıspanaklara, iyice seyreltilmiş, yağsız sebze çorbalarına hazırlayın. Gidiş o gidiş çünkü! Bana farketmez, her halükârda seve seve yerim, siz düşünün...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Ganamos!..

Evet efendim; bu İspanyolca sözcük ''kazandık!..'' anlamına geliyor ve dün geceki Almanya-İspanya maçının ardından artık bol miktarda söylenmesi gerekiyor:) Formamı son Madrid seyahatinde almıştım, maçı nefes nefese izlerken de sırtımdaydı, haliyle epey terli ve buruşuk, yıkanacak birazdan...

''7'' rakamını hep sevdiğim için bunu seçmiştim, doğrusu takımın golcü yıldızlarından David Villa'nın sırt numarası olduğunu bilerek almadım. Üstelik futbol tutkunu da hiç değilimdir, bilinir. Lâkin; İspanya'yı ve İspanyolları sevdiğim de bir o kadar bilinir. Adamların flamenco yapışları kadar futbol oynayışlarına da bayılıyorum, ne yalan söyleyeyim şimdi? Hâttâ  İspanya'nın maçlarını izlerken bazen her ikisini bir arada yapıyorlarmış gibi geliyor bana, dün geceki maçın 2.yarısında olduğu gibi yani, seviyorum vesselâm, sebeplerimi ille de tek tek açıklamam gerekir mi? Almanların başarılarla haklı olarak epeyce şişmiş bir egoları mevcut/-tu, zaten tahminler de hep Almanya'nın finale çıkacağı yönüdeydi, meşhur falcı ahtapotunki hariç tabii:) Ahtapot kardeşimi gönülden tebrik ediyorum, zira benim tahminim de bu yöndeydi yani gönlüm hep İspanyollarla beraberdi. Futboldan zevk almak için ille de bütün kurallarını bilmek ve bu spora kafayı takmış olmak gerekmediğini bana bir kez daha gösteren İspanya millî takımındaki amigoları da (''amigo'' kelimesinin İspanyolcada arkadaşın ''erkek'' olanı, ''birader'' gibi bir anlamı olduğunu da hemen belirteyim yeri gelmişken, futboldaki amigo anlamında değil yani) coşkuyla alkışlıyorum...

Şu ''panzerler'', ''boğalar'', ''sambacılar'', ''kartallar'', ''arslanlar'', ''kaplanlar'', ''lahanalar'', ''pancarlar'' (!) vb. gibi kimi uyduruk-kıydırık futbol nitelemelerini sevmem+yaratıcı da bulmam ve fakat; final maçının bana adrenalin patlaması yaşatacak kadar heyecanlı olacağını ve tahmin ettiğim gibi, eğer İspanya dünya kupasının sahibi olursa ''7'' numaralı formamla ortalıkta ''oleeeeey!'' şeklinde zıp zıp zıplayacağımdan onu derhal yıkayıp kutlamaya hazırlamam gerektiğini düşündüğümü söyleyebilirim:) (Amma uzun ve karmaşık cümle kurmuşum bu arada, var ya!) E o zaman, ''hadi bakalım, iyi oynayan bileğinin hakkıyla kazansın, kupayı alnının akıyla kucaklasın'' der ve artık çamaşır yıkamaya giderim...

Günün anlam ve önemine dair: Ayrıca, Mîrac Kandili vesilesi ile gelen güzel mesajlar ve hayırlı dilekler için teşekkür eder, her zaman olduğu gibi hayır dileyenin hayır bulmasını, dua, dilek ve ibadetlerin ''bütünün hayrına'' kabûl olmasını içtenlikle temennî ederim efendim. Nice kandillere...

6 Temmuz 2010 Salı

Makyaj odası şarkıları...

Bu sevgili Suzan Kardeş'in albümünün adı aslında, fikir güzel, hoş bir çalışma. Mesleğim itibarı ile epey zaman geçirdim makyaj odalarında, ülkenin en ünlü makyaj ustalarıyla, kuaförleriyle çalıştım ama ne olursa olsun makyajımı kendim yapmayı tercih ederim daima. Bu işin ustalarına elbette hürmet ederim, sakın yanlış anlaşılmasın, lâkin insan kendi yüzünü en iyi kendisi tanır ve bu yüzden deneye-yanıla yüzüne, kimliğine uyan makyaj tarzını sonunda bulur kanâatindeyim. Çok yanlışlar yapılan bir konudur, ben de yaptım vaktiyle, oradan bilirim. Ama zamanla öğrenilir, o kadar da zor değildir. Bilhassa güzelim genç yüzlerini, bu işi suratı en olmadık renklerle palyaço gibi boyaya batırma zanneden kimi kuaförlere teslim eden ve bu en özel günlerinde ortalıkta asla kendileri olmayan (!) bir ifade ile salınan gelin hanımcağızlara üzülürüm ve itiraf edeyim, bazen de ortaya çıkan trajik sonuçlara gülerim. Eminim bu gelincikler kendi makyajlarını kendileri yapsa çok daha hoş ve doğal olurlar ama? Niye böyle bir ısrar vardır, millet gidip kendisine ait olmayan, tenine, yüzüne uymayan malzemelerle suratını niye boya küpüne çevirtir ve bir de bunun için ekstra paralar öder, artık orasını bilemeyeceğim. ''Gelin başı'' ne demektir ayrıca, insan gelin olunca farklı bir canlı türüne dönüşmüyor ki, neticede saç aynı saç, kafa aynı kafa? Tepene tavus kuşu oturtmadıklarına göre, hani müthiş yaratıcı işler yapılsa anlayacağım da, bildik topuzlara, ondülelere falan tonla para dökmek ve bu paraları damat tarafına kaktırmak ne alâka? (Ben bundan seneler evvel gelin olurkene bu işi baba evimin ufak banyosunda kendim hallediverdim, saçıma da, yüzüme de kimseyi elletmedim, üstelik hiç de pişman olmadım efendim, 24 yaşımdaki aklımla yaptığım bu uygulamayı 45 yaşımın tecrübesi ve aklıyla da  bütün gelinciklere önemle tavsiye ederim. Oraya vereceğiniz parayı ve harcayacağınız gayet gereksiz zamanı çok daha faydalı şeyler için kullanabilirsiniz, emin olun. Bir de şu fotoğraf stüdyosunda verilen acaip dekorlar önündeki acaip ''gelin ilen damat'' pozları mevzuu var ki; başlıbaşına bir sosyo-kültürel meseledir, kimi örneklerini fotoğrafçı vitrinlerinde gördükçe ''o-haaa!'' efekti eşliğinde ve dehşetle tüylerim ürpermektedir ama artık o inşallah başka bir yazıya:)

''İlle de sokak düğünü göreceğim'' diye tutturmuştum, e mevsim de çok müsait tabii, sevgili Mina hemen ayarladı bana bir tane:) Bizim evdeki makyaj odası banyo olduğundan serdik malzemeleri ortaya, başladık geleneksel sokak düğünü makyajı için çalışmaya... (İzmir'de, bu mahalle arası düğünlerde hanımların nasıl süslendiğini, ne iddialı kıyafetler, saçlar-başlar, makyajlarla düğünlere iştirak ettiğini bilen bilir, hâttâ düğünden evvel minibüslere doluşulup İkiçeşmelik semtinde, bu konuda meşhur olmuş bir kuaföre saç-makyaj yaptırmaya gidiliyormuş ve çoook evvelden randevu alınması gerekiyormuş, enteresan hikâye vesselâm...)

Adam gibi bir makyaj yapmak için evvelâ uygun ışıklı ve havadar bir mekân ile yakınlaştıran bir ayna gerekir ya, ışıklandırma&ayna tamamdı ve fakat o gün hava insanî sınırları zorlayacak kadar sıcaktı, bu sebeple banyoya kurulan bir vantilatörle uygun havalandırma koşulu da sağlandı. Hemen söyleyeyim; her ikimizde de kendi saçımıza ek olarak kullandığımız bazı dış destekler vardı, dolayısı ile saçlar için asla kuaför yardımı alınmadı:) Ve elbette bize de eşlik etti sevgili Mina'nın iPodundan yükselen bize özel ''makyaj odası şarkıları''...

Makyaj odasını sevdiğiniz, güvenilir dostlarla paylaşmak güzeldir, eğlencelidir. Bir tarafta saç maşası fişe takılı ısınır, diğer yanda firketeler, tokalar, fondöten süngerleri, allık fırçaları, pudra ponponları, envai çeşit makyaj malzemesi, küpeler, kolyeler birbirine karışır. Havada saç spreyi, deodorant ve parfüm karışımından oluşan kadınsı bir bulut dolaşır. Keyifli bir telâş içinde herkes birbirinden bazı şeyler ödünç alır. Ve bir yandan da fotoğraf çekmek iyi olur, zira makyaj odalarında bazen çok güzel ve doğal fotoğraf kareleri yakalanır. Bunlar genellikle özel verilen pozlar olmadığından daha sahici gelir bana, sonradan oturup incelediğinizde objektife takılan hoş detaylar avlarsınız meselâ. Mina da makyaj serüveni boyunca habire fotoğraf çekti ve bu sayede belki de şimdiye kadar çekilmiş en doğal, en güzel fotoğraflarımdan birini kişisel arşivime armağan etti. Hani özel stüdyo çalışması yapsak, öyle bir bakış yakalamak için uğraşsak belki bu kadar olmazdı. Onu sakladım, yayınlamadım, belki birgün yeri, zamanı gelir ve arşivden çıkartıp yayınlarım. Yani özetle; nişan-düğün falan bahanedir aslında, makyaj odalarında kadın olmanın ortak yanları ve kadın dünyasının kimi sırları paylaşılır. Gündelik yalın hallerle girilen bu odadan süslü-püslü, allı-pullu, bazen rüküş-kokoş ama mutlu olarak çıkılır:) Her zaman değil ama arada bir iyidir yâhû makyaj odasına kalabalık girmek, insanı eğlendirir, canlandırır... (Makyaj odası fotoğrafları ve keyifli paylaşımı için sevgili Mina'ya teşekkür eder, o güzel mavi gözlerinden öperim.  İşin bu kısmı düğünün kendisinden daha eğlenceliydi doğrusu, iyi geldi bize, hoş oldu, tekrarını dilerim:) 

2 Temmuz 2010 Cuma

Devam...

Evet, devam... Kaldığımız yerden değil, deneyimlerle değişip dönüştüğümüz artık farklı bir yerden. Aynadan yansıyan günün sözü bu kez Bertrand Russel'a ait: “Dünyanın sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır.” Güzel saptama, gayet isabetli, takdire şâyan...

Hayat devam ediyor, devam etmeye programlı bir sistem çünkü, zamanın bir yerinde öylece çivilenip kalmak yok bu sistem içinde. Susayacaksın, karnın acıkacak, çişin gelecek gene. Ve elbette gereğini yapacaksın, hikâye senin için nihayet bulana dek yaşayacaksın, inadına değil, sevgiyle, severek, isteyerek yaşayacaksın...

Gündelik hayatın küçük, sevimli detaylarıyla yeniden tutunacaksın varoluşa, için ısınacak, gülümseyeceksin. Nerede biteceğini hiç bilemediğin bu güzelim hayatı seveceksin, her ne olursa olsun seveceksin. Bu tombul ayacıkları tutup tutup öpeceksin:)

Ölüm karşısında yenilmiş saymayacaksın kendini; o seni mağlup etmek için varedilmiş değil çünkü, zaten birgün karşına dikileceğini bilerek yaşadığın madalyonun öbür yüzü sadece... Bu kadar sade, net ve hakiki. Bu noktada Paulo Coelho'nun kelâmını hatırlayacaksın yani: ''İYİ ve KÖTÜ'nün yüzü aynıdır. Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...'' Hayat dediğimiz kitabın sırrı, satır aralarını doğru okumakta saklıdır. Yani bir tür ''alt okuma''dır hayat, nasıl şekilleneceği aslında senin bakış açına bağlıdır. ''AN''ları yaşayacaksın iyisiyle-kötüsüyle, kaçmadan, saklanmadan, cesaretle, nasıl gerekiyorsa öyle. Ve vedaları atlamayacaksın, korkmayacaksın, ürkmeyeceksin ölümün katılaştırdığı elleri, ayakları son kez tutmaktan, yüzleşeceksin, hazırlanacaksın. Sonra? Sonrası belli, tekrar ayağa kalkacak ve yola devam edeceksin, karnın acıkacak, uykun gelecek, tuvalete gideceksin, susayacaksın. Yani yaşayacaksın azizim, ''SON'' yazısı çıkana kadar yaşayacaksın. Seni küçültmeye, daraltmaya, azaltmaya, kendi kalıplarının içine sıkıştırmaya çalışanların inatçı gayretlerine gülüp geçeceksin, bileceksin ki bu aslında onların ''korku''larının tezahürüdür, bunlarla hiç vakit kaybetmeyeceksin. Bırakacaksın herkes kendi meselelerini kendisi halletsin, sen gülümseyerek sadece seyredeceksin. Başkalarının doğrularından araklanmış bildik kalıplarla değil, kendi deneyimlerinden varettiğin, dibine kadar sana ait, yüzdeyüz senin olan ''doğru''larınla belirlediğin istikamette yürüyeceksin. Ona, buna, şuna değil, evvelâ kendine inanacaksın. Artık senin için vazifesini tamamlamış, yorulmuş, bitmiş, eskimiş ne varsa salacak, ardında ve serbest bırakacaksın. Ve vedaların içinden daima yepyeni ''merhaba''lar çıkaracaksın...

Ek ve de dip: Geçtiğimiz Pazar  gecesi yıldız olup gökyüzüne uçan saf ruhumuz Ülkü için dört bir yandan başımıza yıldızlar gibi yağan mesajlara ne kadar teşekkür edilse az gelecektir,  bu sebepten ''paylaşan herkes sevdikleriyle ve sevgileriyle sağolsun, varolsun, Allah razı olsun, dualar, şükranlar sonsuz'' demekle yetinilecektir...