30 Kasım 2009 Pazartesi

Forvet...

Birkaç gün sürecek bir sessizlikti; söylemiştim... Televizyonu DVD izleme amacı hariç asla açmadan, interneti zorunlu haller dışında kullanmadan, aşağıdan zart-zurt basılan kapı ziline hiç aldırmadan, çalan telefonların ve gelen mesajların pek azına cevap vererek, ruhuma ''iyi'' gelecek müzikler dinleyerek, ''iyi'' filmler izleyerek, sadece seçilmiş insanlarla bir-iki kelâm ederek, çok uyuyarak, sağdan-soldan gelen kavrulmuş et kokularından sebep, çoğu kez önümdeki sebze tabağını da itip sofradan kalkmak sureti ile gayet az yiyerek, hayatın gerçeklerinden çok daha sert kahveler içip yüzümü buruşturarak ve etrafımdaki saf ruhların gündelik serüvenlerini  izleyerek eksilip bitti işte zaman... Bu arada; dün stüdyoya girip seslendirme yapmak da bana iyi gelen şeylerden biriydi tabii, çünkü hâlâ aşkla seviyorum ben asıl mesleğimi...

İki harika film izledim. İlki; orijinal ismi ''Departures/Gidişler'' olan ama dilimize ''Son Veda'' olarak  çevrilen  çok ödüllü ve dahî bir adet de Oscar'lı  Japon filmiydi. Yojiro Takita'nın yönettiği bu sıradışı film ile ilgili detayları araştırmayı meraklısına bırakıyorum ama özellikle ölümden hâlâ korkanlar varsa, muhakkak izlemelerini tavsiye ediyorum. Yani özetle ''nefis çello tınıları ve genç aktör Masahiro Motoki'nin büyüleyici oyunculuğu bu filmi unutulmazlar arasına çoktan ekledi bile'' diyorum...

Ve diğeri de, sevgili doktorum Can Kopal'ın izlemem için seçip getirdiklerindendi. Orijinal adı ''The Kite Runner'' olan Marc Forster işi  ''Uçurtma Avcısı'' da sıradan olmayan filmler listesindeydi. Hoş müziği ile izleyeni en başından sarıp sarmalayan filmdeki ''hakiki''lik sonuna kadar da devam etti. İçinde bu tür gayet ''insanî'' yüzleşmeler olan hikâyeleri zaten hep sevmişimdir, bunu da sevdim tabii. ''Giderek daha da tahammül edilmez bir dijital ucubeye ve ucuz hâyâl tacirliğine dönüşen Hollywood sinemasına karşı direnişim aynen devam edecektir!'' diyerek, bu filmi de meraklısına hararetle tavsiye ederim...

Şimdi; sakinim, çok sakinim... ''İyi'' bir müzik eşliğinde (Sting&Chris Botti/Shape Of My Heart diyebilirim...) zengin aromalı, hayli eski bir gravyer peyniri çiğnemenin ve yanında ona yakışacak, tütsülü, buruk  lezzetini dengeleyecek  birşeyler içmenin derin hazzı içindeyim. On gün kadar sonra ise umarım Almanya/Münih'teyim. Belki de daha şimdiden, orta Avrupa'nın ısırgan soğuğundan burnum kızarmış vaziyette, ellerim ceplerimde, Münih caddelerinde, ara sokaklarında ıslık çalarak yürümekteyim. İçimde hiçbir eksik-gedik yok, böyle çok iyiyim, çünkü ben hayatın yedek kulübesinde bekleyecek bir oyuncu değilim,  şükür ki; her zaman kendi hayatımın muhteşem forvetiyim:) ... (*)


(*) forvet : İngilizce forvet (forward) sözü, ileride olan, öndeki; ön, ileri anlamları taşımaktadır. Futbolda ise takımın ileri hattında görevlendirilmiş olan oyuncu anlamında kullanılmaktadır.  Sözün bu anlamı için ''ileri uç oyuncusu'', ''hücum oyuncusu'' karşılıkları önerilmektedir... Açıklama için muchas gracias ilgili sözlük:)
..................................................................................................

''AŞK .... Sarp kayaların dehlizinde saklı, tılsımlı define gibidir.
Ele geçirilmesi bir hayli zordur.
Sabır ve meşakkât ister. Ele geçen definenin muhafazası ise;
o defineyi bulmaktan çok daha zordur.
SADAKÂT ve İSTİKAMET ister...'' demiş benim sevgili İbrahim Sudak kardeşim, e kendisine de bu vesile ile teşekkür etmez miyim?..

......................................................................................................


SON DAKİKA NOTU: Çok üzgünüm, yolu ışıklı olsun:( Karpuz kabuğundan gemiler yapmak üzere gene buluşacağız sonsuzluğun bir yerinde, inanıyorum...

26 Kasım 2009 Perşembe

Dilek...

Şöyle bir dileğim var; deriiiin bir uyku haline girsem, öyle ki; istesem de gözümü açamasam, uyusam, uyusam, şu birkaç gün içinde olacaklardan hiç haberim olmasa, herşey bitip ortalık sakinlediğinde uyansam... Birşey duymasam, birşey görmesem, kimse kapıyı çalmasa, telefonlar sussa, internet bağlantısı kopsa, dışarıdaki hayatla hiç alâkam kalmasa... Sadece yorganı başıma çekip, etrafımdaki saf ruhların nefesleri eşliğinde uyusam, uyusam, uyusam... İçinde ''kan kırmızı'' olmayan rûyalara dalsam, bir rûyadan diğerine  mutlu mutlu koşuşan koyuncukları saysam... Bayram bitince tekrar uyansam... Ha güzel  Allah'ım, olmaz mı ki?..

Fotoğraf: Selçuk/Meryem Ana Evi-Baturhan ATABEY (Olay yeri foto muhabiri)


24 Kasım 2009 Salı

Örtmenim, bi bakar mısınız, pencereden arı girdiiii...


Evrenin görkemli bilgeliği yanında benim naçiz öğretmenliğim ne ki? Ufacık bir arının varlığına o titiz çalışma disiplinini, o muhteşem üretme bilincini ve varlığının gerekliliğine olan güzelim inancı yerleştirebilen kutsal güç karşısında, benim bir dolu öğrenci yetiştirmiş olmamın övüncü en fazla ne kadar olabilir ki? Öğrenciliğim hiç bitmeyecek, öğretmenliğim de öyle, çünkü ''bilgi'' yukarıdaki fotoğrafta uçtuğunu göremediğiniz işçi arının domates çiçeği  polenlerini oradan oraya özenle taşıması gibi dağılmalı, çoğalmalı,  bölüşülmeli... Ufacık bir toz zerresinden kırmızı, hoş kokulu, lezzetli domateslere dönüşmeli, bütünü beslemeli... ''Öğretmenler Günü''mü kutlayan çok sayıda mesaj için herkese teşekkür ederim, bu tarz özel günlere pek aldırış etmem aslında ama elbette içten gelen, kendiliğinden ve sahici olan herşeyi sevgiyle alıp kabûl etmeli. Öğrencilerim olmasaydı benim öğretmenliğimin ne mânâsı olurdu diyerek hepsine şükranla gülümsemeli:)


Bu şarkı da sayfaya genel istek ve son dakika gelişmeleri üzerine şimdi eklendi, damardan gidiyoruz ve galiba artık sahiden gidiyoruz yani:)

22 Kasım 2009 Pazar

Çok uçmuşsun be Roland Abi!..

Haftasonu gideceğim dedim, gittim... Önce fuayede afişi inceledim. Bir görsel ve işitsel efekt şöleni olduğunu önceden bilmekteydim. Burada gördüğünüz gibi, Roland Emmerich'in bol sponsorlu ve geniş bütçeli filmi ''2012'' nin afişi önündeyim.

Bir de tavana bir zımbırtı yapmışlar ki; hani seyirciler filme girmeden önce kendilerini kıyametin eşiğinde falan hissetsin. Beni bağlar mı peki, hiç bağlamaz, ben her hâlükârda rujumu tazelerim efendim:) Çünkü makyaj insanın kendini iyi hissetmesi  içindir, başkaları için yapıldığında fazlasıyla makyaj olarak sırıtır adamın suratında, bilirim. Film afişinin tepesinde koca koca harflerle ''BİZİ UYARMIŞLARDI'' yazıyor ve bu doğru da, ancak bu kadar Amerikanvarî  bir hikâye  için uyarılmadığımızdan adım gibi eminim. Koskoca Antik Maya uygarlığının binbilmemkaç sene önce, kendilerinden sonrakileri böyle dandik kıyamet senaryoları  için uyardığını düşünen varsa da, müsaadenizle ona biraz gülmek isterim:))) (Ne tarafımla güldüğüm sadece beni alâkadar eder, onu açıklamak mecburiyetinde hiç değilim...)

İnsanın kendisi tarafından yaratılmış en büyük yanılsama olan zamanın sonu gelip çattığında, yani kıyametin ayak sesleri gümbür de gümbür duyulduğunda eğer hâlâ yaşıyor olursak bizim yapacağımız bellidir. Muhtemelen yere bağdaş kurulup oturulacak, evdeki cümle saf ruh etrafa toplanacak, onlara ''evet çocuklar, artık cümleten gitme zamanı geldi, korkmayın, çok kısa sürecek, hadi geçişimiz kolay, dünya hayatından özgürleşmemiz evren adına hayırlı olsun'' denecek ve o an sükûnetle beklenecektir. Öyle cep telefonuna sarılıp veda için aramalar, yok efendim her ne olursa olsun mabad kurtarmaya çalışmalar, kaçmalar, uçmalar falan olmayacaktır. Dolayısı ile ve bu mantıktan hareketle; Roland Abimizin çektiği bu uzuuun film (söylemesi değil, söylememesi ayıptır, üç saate yakındır!) bizi sıkacaktır. Bol teknolojili, komple dijital Amerikan sineması adına üzgünüm ama öyledir...

Apartman hayatını zorunlu olarak paylaştığımız komşuların birbiri ile hırgürü bir türlü nihayet bulmadığından ve yataktan genellikle karıya ya da kocaya okunan manîdar lânet mesajlarıyla sıçrandığından ''ne len bu, hergün hergün aynı şey, yürütemiyorsanız boşanın olsun-bitsin, hepimiz rahat edelim be kardeşim!'' ana fikrini paylaştığımız eski bir arkadaşım, sevgili Mehtap sağolsun bugün beni gülmekten kırdı geçirdi:) ''E bazı tipler de bundan beslenir ... Tepişmeden uyumayalım durumu yaygın hayatım, ne denir?..'' şeklindeki ifadesiyle ağzımdaki kahveyi ''puhhhaaaa:))))'' diye püskürtmeme sebep oldu, öyle ki hâlâ bağır-çağır devam etmekte olan kavgadan bile kopardı beni. Şimdi bunun ''2012'' filmi ve o çok tartışılan kıyamet teorisiyle ilgisine gelelim derseniz, dünya hayatının sonlu olduğu zaten baştan belli, evrenin işlerlik yasası da gayet açık ve net, iyi ya da kötü, yaptığın her ne varsa, tamamı benzer enerjiyle sana dönecek. Yani sen ''A'' dersen sana cevap ''B'' olarak gelmeyecek (kırılıp öfkelendiğinde de, kırıp öfkelendirdiklerin kadar dünyaya acı ve ıstırap vereceksin, kısaca gene bütünü etkileyeceksin). Zaman diye diye sığındığın o şey ise zaten çok kısa, ne sana, ne bana, ne ona, hiçkimseye yetmeyecek. E o halde nedir bu sonsuz tepişmenin mânâsı be güzelim, eskilerin tabiriyle ''vur kıçına rahvan gitsin'', değil mi? Hayatın kum saati tükeniyor durmadan, aloooo, mânâ ''AN''larda gizli, onu da tepiş-dövüşle kaçırırsan evrenin burnuna dayacağı mesaj belli: ''VALLA I AM SORRY AMA BU GİDEN SON TRENDİ!..''

Sizi bilmem ama, benim artık uykum geldi... Şöyle bitireyim isterim bu yazıyı:
''Efektler iyi, makyaj güzel de, çok uçmuşsun be Roland Abi!..'' :)

(Bu Pazar yazısı da sinema dönüşü, gece kahvesinin son yudumları ile birlikte, saat 02.00 civarında yazılıp bitirildi...)

Ek ve de dip: Aha da az evvel canımın Cân'ı, sevgili gecea'dan şu bağlantı  geldi ve tabii Engin'imiz Ardıç'ımız tarafımızdan bir kez daha takdir edildi:) Yâhû; ben bu adamla, birbirimizden hiç habersiz olmamıza rağmen böyle senkronize yazdığımızda ve neticede konuyu aynı anafikire bağladığımızda çok keyifleniyorum, e ikimiz de  Balık burcuyuz  tabii:) Sağolasın gecea'm... Her zamanki gibi...

20 Kasım 2009 Cuma

Biçağimun yarasi...


Her zamanki gibiydi; sahneye kendine özgü enerjisiyle çıkıp halkıyla bütünleşen, saatlerce yöreden yöreye, şarkıdan türküye, duygudan duyguya gidip gelen ve seyircisini de götürüp getiren bir adamdır o, zaten ben şimdiye kadar onu sahnede, aşığı olduğu işini yaparken hiç kötü görmedim ki...

Konserden sonra birbirini çiğneyen, adetâ vahşî birer yaratığa dönüşen hanım hayran kitlesinin arasından menejeri sevgili İsmail Bey'in ve lâmba cini cüssesindeki dev korumaların kutsal yardımı ile koparılıp kulise geçebildim! Savaştan çıkmış gibi görünüyor olsam gerek ki, beni hemen yanına oturttu, ''uyyy hele sen biraz nefeslen, dinlen...'' dedi.  Ortalık biraz sakinleyip, hanım hayranlar nihayet (!) evlerine dönmeye ikna edildiğinde  bendeki emanetlerini verdim, sevgiyle aldı, kabûl etti, bilhassa bez torba içindeki anneanne sabunlarına çok sevindi:) Sonra ''hani şu senin (Cerrahpaşa'ya koydum canimun yarisuni...) hikâyen var ya, işte ben de aynen onun gibi, bundan üç sene önce Ankara'da biraktum göğsümun birisuni, kanserle tanıştım ben de Volkan'um...'' dediğimde gözleri bulutlandı, ailesinden, dostlarından bu hastalığa verdiği canları yeniden hatırlayıp acılandı sanki...

Ama ağlamadık; ne o, ne de ben, ağlamadık hakikaten... Biraz bulutlansak da yağmadık yani, bu fotoğraf ben ona hastalığımı söyledikten hemen sonra çekildi. Hani belki o sebepten, ikimiz de biraz buruk gülümsemişiz gibi...

Ve işte bize kısa süreliğine uğrayan o hüzün de böylece geçip gitti, ''uyy benum güzel Handan'um, sen o işu bitirdun, bi daha da lâfuni etme artuk daaa...'' dedi. Başını başıma yaslayıp objektife o her zamanki dost Volkan olarak gülümsedi:) Ben de ona katıldım tabii...

Ooze Venue tıklım tıklım doluydu. Cep telefonları neredeyse bütün konser boyunca başların üzerinde, video kaydındaydı. Ben bunu pek anlayamamışımdır, isteyen yapsın tabii de, cep telefonu ile yapılan kayıttan ne hayır gelecek yani, işte oradasın, dinliyorsun, yaşıyorsun zaten, yetmez mi? Sadece ''Yarim Yarim'' okunurken ve haliyle salon yıkılırken, bu şarkıyı pek bir seven anacığımı arayıp kısa bir bölümünü dinlettim, çok sever Volkan'ı ama bu defa konser mekânı sağlık durumuna ve yaşına uygun olmadığından gelemedi:( Mecburen gayet samimi bir şekilde ve başından sonuna ayakta (!) izlenen konser sırasında tam arkamda duran ve Volkan'ın söylediği sevda şarkılarına ruhunu kaptırarak benimle yanyana duran sevgilisiyle birlikte, arada hatunları karıştırıp benim belime de sarılan delikanlı üçüncü defa utanarak ''ayyy, pardon...'' dediğinde ona dönüp ''boşver artık'' dedim. ''Nereden baksak benim yarı yaşımdasın, hani biraz sıksam senin kadar oğlum olurdu, önemli değil, dert etme çocuğum, keyfine bak sen:)'' Delikanlı bana minnetle gülümsedi:) O sırada birden dikkatimi çekti; duvara dayanmış şekilde konseri izleyen genç bir kadın gözyaşlarının seline kapılmış vaziyetteydi, hıçkırmaktan omuzları sarsılıyor, makyajına karışan yaşlar çenesinden yere damlıyordu. Çantamı güç-belâ açıp bir kağıt mendil çıkardım, beni ikide-bir sevgilisiyle karıştıran delikanlının omuzu üzerinden ona uzattım. Kırık bir gülümsemeyle aldı mendili, gözlerini, ağzını-burnunu ve belki yüreğinin sızısını da sildi. O sırada Volkan Konak sahnede rahmetli Kazım Koyuncu ile birlikte yazdıkları meşhur Gelevera Deresi'nin ''Koyverdun gittun beni, Allah'undan bulasun, kimse almasun seni, yine bana kalasun...'' bölümünü terennüm etmekteydi. Sözün özü; bu güzel bir adamın verdiği güzel bir konser ve benim için de harika bir geceydi. Volkan'cığım şimdi karavanında ''Tırmık İzi'' kitabına göz atıyor olsa gerektir, eh, ben de öyle eski İstanbul günlerimizdeki gibi ''tazecuk bir yeşul eruk'' değilim tabii, benim için de artık uyku vakti geldi:)

(Zira; işbu yazı konser dönüşü fena halde sızlayan ayaklar ve bir fincan sert kahve eşliğinde, sabaha karşı yazılıp yayına verildi...)

18 Kasım 2009 Çarşamba

Sen kalem ol, ben de kağıt, yaz beni yarim yarim...

“VAZODAKİ ÇİÇEĞİN ÖMRÜ BİR HAFTA OLUR, TOPRAKTAKİ ÖMÜRLÜKTÜR, YÖRESELLİKTEN KOPMAYI DÜŞÜNMÜYORUM...” dediğin için sana o boynu bükülmeye hazır, mahsun kesme çiçeklerden getirmeyeceğim. Topraklı kısmı gazete kağıdına sarılmış, ufak bir fidanla geleceğim kulise, belki yanına has pirinadan evde ve tabii elde yapılmış, anneanne işi birkaç kalıp sabun da eklerim, sen seversin öyle şeyleri, hem saçlarını yıkarsın diye:)

''Bir şiirimde söylüyorum: Çok sevdim kadınları, çook... Aldattıklarım da oldu, aldatıldığım da. Ama asla konuşmadım arkalarından...'' diyorsun ya, ben de ''senin canın sağolsun be Volkan'um, yakışır sana...'' diyeceğim. ''Volkan, biliyor musun, bu yaz hep senin sesinle gidip-geldim yolları, ne çok çınlatıldı kulakların o yollarda, Mimoza albümün hâlâ arabada, bir sürü gülümseme, bir o kadar da gözyaşı birikti o şarkılarda...'' diyeceğim.  ''Sonra bir yaz gecesi Alaçatı'da, Sunay Akın'la ikinizi  gülerek izlemiştim televizyonda:)'' diye ekleyeceğim. ''Yazın Karşıyaka/Açıkhava'ya gelmiştin ama işte kısmet olmadı, o vakit ben sana gelemedim, şimdi hatırlamıyorum bile, o zaman kimbilir nerelerdeydim? Bu defa da aynısı olsun istemedim, işte kalktım geldim, yeşul eriğum, efulim, ben seni çok özledim...'' diyeceğim. Belki omuzuna yaslanıp biraz ağlayacağım, sonra ihtimâl burnumu çekip ''ula ne ağlayisun daaa, ağlamaya mu gelduk hapuraya!..'' deyişine güleceğim:) Yarın gece, Bornova'da ben de seni dinleyeceğim, hoşgeliyorsun İzmir'e kuzeyin oğulcuğu, ben senin o ''kendin gibiliğini'', ''adam gibi adam''lığını hep çok seveceğim...


müzik - volkan konak yarim yarim 2009 | izlesene.com


17 Kasım 2009 Salı

Şu İzmir'le Bergama'nın arası...

Bugün Bergama/Çaltıkoru Barajı'nda bir basın toplantımız vardı. ''Şu İzmir'le Bergama'nın Arası...'' diye başladık türkümüze ve harika bir hava eşliğinde ''vira bismillah'' deyip yola koyulduk sabahın erken saatlerinde... Arabadaki sıcak poğaça ve çay muhabbeti de çok iyi geldi tabii, haliyle:)

Köpeksiz şantiyeye şantiye mi denirmiş efendim? Bu şantiyeli küçük köpek kızla öpüşüp koklaşmadan, bebeciğin ruhunu ve karnını bi güzel doyurmadan  Handan Hanım'ın öyle brifing verdiği falan görülmüş şey miymiş? :) Elbette değilmiş, zaten araba kimi lojistik destek malzemeleri ile daha yola çıkmadan yüklenmişmiş, mamalar, kaplar, artık torbaları vs. bagaja yerleşmişmiş, yani öncelikler baştan belliymiş...

Eh, burada da öpüşüp koklaşma, top koşturma, karşılıklı beslenme ve eğlenme faslı bitmiş, sıra basına verilecek brifinge gelmiş zira İzmir'in suyu ve DSİ'nin 2010 yılı projeleri gayet önemli meselelermiş, vaziyeti şööyle etraflıca anlatmak gerekirmiş...

Tee oralara kadar gidip de AGROBAY Seracılık'a uğramadan dönmek hakikaten önemli bir eksiklikmiş. E ihmâl edilmemiş, uğranmış tabii, o güzelim seralar yeniden gezilmiş, allı-yeşilli biberler, toparlacık domatesler dalında koklanmış, sevilmiş, firma çalışanları ve becerikli işçi arılar bir kez daha içtenlikle tebrik edilmiş. Handan Hanım bugün hayli yorulmuş efendim, artık dinlenecekmiş, bu sebeple asıl hikâyeler sonradan gelecekmiş, bunlar yemek öncesi hafif ikram mahiyetindenmiş. Haaa, bu arada; gezi boyunca neredeyse bütün fotoğrafları sevgili Arif Çiçek Bey çekmiş, meğer bizim ''Çiçek Arif''imiz çevre ve sokak hayvanlarına duyarlılık&yardım bilinci yanında ''olay yeri foto muhabirliği'' konusunda da çaktırmadan kendisini yetiştirmişmiş, bu vesile ile ona gönülden teşekkür edilirmiş:) Diğer fotoğraflar ve yazılarda buluşmak üzere, şimdilik müsaade istenirmiş...

15 Kasım 2009 Pazar

Hareketteki şiddet gayedeki hikmeti yok edermiş...


Geçenlerde çok eski bir arkadaşım telefon etti, bunda şaşılacak birşey yok tabii ki, zaten sık sık görüşürüz kendisiyle de bu defa canı biraz sıkkın gibiydi. Klasik hoşbeş muhabbetinden sonra fikirlerime ihtiyacı olduğunu söyledi, söylediğine göre kadın kadına bir konuşma ona iyi gelecekti, hayli sorunlu bir ilişkisi olduğu da zaten bilgim dahilindeydi. Bu benim başıma çok sık gelen birşeydir, evet, bir sürü konuda danışmanlık yapabilirim insanlara ama şu ''ilişki terapisi'' mevzuu beni hep zorlamıştır doğrusu. Her defasında da söylemişimdir, ''yâhû arkadaşlar, yapmayın-etmeyin Allah aşkına, kelin merhemi olsa önce kendi başına sürermiş, ben daralıyorum bu işlerden, vallahi bak, ebelek-gübelek, falan-filan...'' diye ama dinletemem karşımdakine. ''Yok, senin söylediklerin aynen çıkıyor, benim göremediğim bazı şeyleri sen görebiliyorsun, bi dinle hele, herşeyi anlatıcam sana, sonra düşündüklerini söyle, yeter valla...'' gibi cevaplar karşısında insanların niçin habire bana dökülesi, sırlarını, özelini anlatası geldiğini anlayamıyor olsam da, neticede kıyamayıp yelkenleri suya indiririm genellikle. Bir de işin şu tarafı var elbette, karşımdaki insan benden bir şekilde medet umarken, benim sanki çok matah birşeymişim gibi bundan kaçınmam ne kadar doğru diye düşünürüm, sırtıma kul hakkının ağır hırkasını giymekten çekinirim, ''sadece dinlesem bile faydası olur belki, nedir yani, kulaklarım mı aşınır?'' der ve kendimi kütedenek zorlu bir hikâyenin orta yerinde bulurum işte!.. Böyledir...


Efendime söyleyeyim; bu arkadaşımı da kıramadım ve  buluştuk. Biraz konuştuktan sonra konu beklediğim üzere partnerine geldi ve bizimki ağzındaki baklayı çıkarıverdi. ''Söyler misin bana'' dedi, ''bazı şartları ya da insanları değiştirmek neden bu kadar güç olmak zorunda? Ha?..'' Haliyle deriiiin bir nefes aldım ve belki de onbininci kez aynı şeyi anlatmaya başladım.

- Bak iki gözüm; bu değişim meselesine benim bakış açım hayli farklıdır, bir kere senin olmadığını
yâhût son derece zor olduğunu düşündüğün o değişim(ler) aslında kendiliğinden olmaktadır çünkü  evrende hiçbirşey değişime direnemez. Burada asıl konu bu değişimin senin istediğin yönde olmaması anladığım kadarıyla... İlişkiler bu ''değiştirme gayesi'' üzerine kurulduğunda zaten gömleğin düğmeleri baştan yanlış iliklenmeye başlamış oluyor, sona geldiğinde ya bir düğme fazla gelecek, ya da bir ilik eksik kalacak, yakalar bir türlü oturmayacak yani, bu kaçınılmaz. Her insan farklı kodlarla yaratılıyor, aynı DNA'dan klonlanmıyor ki... Evrenin temeli farklılıkların uyumu, ahengi üzerine kurulmuştur, ''ying/yang'' felsefesini hatırla, ya da zıt kutupların birbirini çekme kaidesini, anlayacağın bu farklılıklardan bütünleşme çıkartabilmek önemli. Bunu yapabiliyorsan zenginleşirsin, yok yapamazsan ''değiştireceğim, değiştirmeliyim, olmalı, olacak, istiyorum!'' hırsı içinde giderek yoksullaşır, tükenirsin. Hele de bu değiştirme zımbırtısı çift taraflı olursa, işte o zaman yandı gülüm keten helva!.. Hem; alıp karşına açık açık konuşmayı denedin mi hiç, asıl onu söyle sen bana...

- Yaa, deli misin? Kaç kere denedim hem de, konuşmaktan kaçınıyor, bahaneler uyduruyor, konuşsa da zaten net birşey söylemiyor, iletişim kuramıyoruz yani, daha çok deliriyorum! Sonunda vurup  kapıyı çıkıyor, ben de elime ne geçerse kırıp döküyorum, böyle giderse kafayı üşüteceğim valla!..

- İyi de; ben onu karşına alıp konuşmaktan bahsetmiyorum ki...

- Anlayamadım, nasıl yani?..

- Ben seni kastediyorum cancağızım, kendini karşına alıp sorgulamayı, gerçekten ne istiyor olduğunu anlamayı denedin mi demek istedim. Kişisel gelişim pratiklerindeki ''ayna yöntemi'', bizim ''face-embrace-erase'' dediğimiz ''yüzleş-kabûllen-sil'' uygulaması falan öyle işkembeden atılmış şeyler değil ki, denenmiş, sonuçları ve faydaları tespit edilmiş çalışmalar. İşe önce kendinden başlamalısın yani, bunun için banyondaki ayna sana çok yardımcı olacaktır, geç karşısına, kendine bak ve sormaya başla. ''Aslında ne istiyorum?'', ''bunu neden istiyorum?'', ''istediğimi neden gerçekleştiremiyorum?'', ''ben tam ortasında olmak istediğim bu hikâyenin aslında neresindeyim?'',  ''onun kim olduğunu biliyorum diyelim, peki ben kimim?'' gibi gibi... Unutma, dünya değişmez, sen ona baktığın açıyı değiştirebilirsin yalnızca, bunun için de durup baktığın yerden vazgeçmen ve yeni bir yer denemen gerekecektir. Aynı yerde çakılıp kalırsan etrafındaki herşey ve herkes hızla değişiyor olduğu halde sen bunu göremeyecek ve hep başkalarını suçlayacaksın, kurban kostümünü giymek kolaydır ama genellikle seni  saklamaktan, gizlemekten  başka hiçbir halta yaramaz. Yüzleşip kabûllenmediğin takdirde silip temizlemen de mümkün olamayacaktır, hep aynı fasit dairenin içinde dönüp duracak, tozları hep halının altına süpürecek ve ne yazık ki aynı deneyimleri tekrar tekrar yaşayacaksın. Bu da seni çok yoracaktır tabii, ve ihtimâl yorgunsun şimdi, kontrolü hep elinde tutacaksın, şartları denetleyecek ve kendine göre düzelteceksin diye canın çıktı,  değil mi?..


- Hem de nasıl, bir bilsen... Çok yorgunum, geceleri uyuyamıyorum, kafamda türlü düşünce dört dönüyor adeta, bazen çıldıracak gibi oluyorum! O kadar çok şey denedim ki düzeltmek için, ama olmuyor işte! Tartışmalarımız giderek şiddetleniyor, hırçınlaşıyorum, öfkeme hakim olamıyorum, sonradan pişman olacağım sözler söylüyorum, o da bana söylüyor! Herşey çözüleceğine sanki daha çok düğümleniyor! Ne yapmam gerektiğini gerçekten bilemiyorum, defalarca ayrılıp barıştık, biliyorsun, hâlâ direniyorum, deniyorum ve bütün bunlara rağmen farkında olduğum yegâne şey şu ki, onu seviyorum ve kaybetmek istemiyorum...

- Hmmm, anlıyorum, peki sevdiğin hakikaten o mu? Bunu sordun mu hiç kendine?..

- Tabii ki seviyorum, yoksa bütün bunlara niye katlanayım? Seninki de soru mu yani şimdi?..

- :) Ah be güzelim, içinde ''katlanmak'' olan bir cümle kuruyorsun, sonra da bana ''soru mu yani bu, elbette seviyorum'' diyorsun. Hakiki bir sevgide katlanmaya ihtiyaç duyulmaz ki, karşındaki sadece ''o'' olduğu için, ''kendisi'' olduğu için beklentisiz, öylece, olduğu gibi seversin. Bu olamıyorsa sevdiğin o değildir, korkarım sen onu değil, ona sahip olma vaziyetini ve bu hikâye içindeki kendi yerini, konumunu seviyorsun aslında. Kontrol etme, değiştirme, kendi ölçülerine uydurma gayretin de bundan. Yani sen onunla ''birlikte olma'' durumunu seviyorsun, derdin onunla ''bir'' olmak, iki farklılıktan bir ''bütünlük'' oluşturmak değil. Bu yüzden onu ve etrafındaki insanları, şartları, şunları-bunları durmadan yargılıyorsun, kendin hariç...  Hâlbûki; şöyle bir düşünürsen seni bir kalıba sokmak, kendilerine göre değiştirmek isteyenlere nasıl direndiğini muhtemelen göreceksin. Onu törpülemek ve kafandaki şablona oturtmak için çok yıpranıyorsun ama kendi sivriliklerini görmekten, bunlarla yüzleşmekten kaçınıyorsun. Suya direnecek yerde onunla beraber akmayı denesen belki sağa-sola çarpacaksın, biraz canın yanacak ama emin ol, şimdikinden çok daha huzurlu olacaksın. Sen fırtınayla beraber esip savrulmayı seçiyorsun, fırtınanın gözü en sakin yerdir hâlbûki, orada durmayı becerebilen hiç zarar görmez, etraftaki herşey yıkılıp gider ama fırtınanın gözünde durabilen sağ kalır şekerim...

Söylediklerim onu epey düşündürdü, soğumuş kahvesinden bir yudum aldı, bir sonraki cümlesini şimdiden kestirebildiğimden devam ettim.

- Haa, sen şimdi bana diyeceksin ki ''bunları böyle patır patır söylemek kolay tabii, sanki sen bunları her zaman yapabildin mi?'' Cevabım ''yoo'' olacak, merak etme, baştan da söyledim zaten, ben bir ''ilişki gurusu'' değilim, o işi İlhan Uçkan gayet güzel beceriyor, ben onun yanında bırak ''ilişki gurusu'' olmayı, bildiğin ''kayısı kurusu'' bile sayılmam:)  Ama en azından yaşadıklarımı sorgulamayı ve bunlardan ders çıkarmayı öğrendim, çoğu kez kendimle dalga geçerek ve aynadaki sûretime ''böööö!'' diye dil çıkararak  olaylarla, insanlarla, hâttâ sol mememi alıp götüren kanserimle bile yüzleştim. Eskiden kabûllenmeye şiddetle direnirdim ama şimdi hiç öyle değilim, artık prensibim şu: ''laissez faire, laissez passer'' yani ''bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'', ünlü İskoçyalı ekonomist ve filozof Adam Smith'in çok bildik sözüdür kendisi,  bunu daha üniversite birinci sınıfta, ilk derslerimden birinde öğrenmiştim. O zamanlar belki fazla birşey ifade etmiyordu benim için ama işte kırklı yaşlarımda adamın aslında ne demek istediğini ''dankkk!''  diye farkettim. Çok değerli bir farkındalık oldu bu benim için. Bunu farkettiğim an, değişmeye kendimden başlamadıkça hiçbirşeyi ve hiçkimseyi asla değiştiremeyeceğim hakikatini de kabûllendim. Ve hakikaten ''hareketteki şiddet gayedeki hikmeti yok edermiş'' meğer, önce kendim, sonra da bütünün hayrı için  gerektiğinde salmayı, bırakmayı, hiçbirşeye ve hiçkimseye sımsıkı tutunmamayı,  akışa uyumlanmayı, bir başka deyişle ''gerekiyorsa kaybetmeyi paşa paşa göze almayı''  ben böyle böyle öğrendim. Bu neye benziyor, biliyor musun? Hani Facebook'ta pek moda olan ''Profilime Kimler Bakmış, Acep Fotoğraflarımı Kimler Dikizlemiş?'' gibi saçma-sapan bazı aplikasyonlar var ya, bu aslında gönüllü olarak katıldığın global bir bilgi ağında dahî herşeyi kontrol altında tutma isteğinden kaynaklanıyor. Ulen sen zaten orada profil açmışsın, fotoğraflarını, bilgilerini döşenmişsin, bunu silah zoruyla yapmadığına göre sana ne profiline kimlerin baktığından zevzek! Öğrensen ne olacak, hesap mı soracaksın insanlara profilime niye baktın diye? Sonra, profiline bakılmasını istemiyorsan orada işin ne, orası insanların birbirini bulması için oluşturulmuş bir ağ zaten. Haaa, bir şekilde rahatsız edilirsin, tacize uğrarsın, sana dadanırlar falan, anlarım. O zaman da senin bilgilerine ulaşmasını istemediğin kişileri bloklarsın, olur-biter! Geçenlerde sırf işe yaramadığını ispatlamak adına bana gelen bu şekilde bir grup davetine icabet ettim, hâttâ aynı daveti sana da göndermiştim, tamamen fos çıktı tabii:) Bu herşeyi, her halükârda kontrol altında tutma, herşeye müdahale etme vaziyeti insanları dipsiz bir saçmalığa sürüklüyor ne yazık ki. Anlatabildim mi bilmem?..

- Anladım... Da; şimdi ben ne yapacağım yani, çekip gitmesine göz mü yumacağım? O kadar emek verdim, yaptıklarını belki yüzlerce defa affettim, ne çok zaman ve enerji harcadım herşeyin düzelmesi için, yazık değil mi?..

- Bu hesaplara girersen elbette yazık ama yolunda gitmeyen şeylerin gerçekliğini kabûlden uzak vaziyette, habire tırmalayarak, karşındakini değiştirmeye uğraşarak  geçireceğin zamana bence daha çok yazık. Gitmeyi kafasına koymuş biri (bu sen de olabilirsin, o da, bu da, şu da, hiç farketmez) eninde-sonunda gider zaten. Kapıya kilit vursan  pencereden çıkar gider, pencereyi mühürlesen bu defa bacayı dener, yani bir şekilde gider. Belki istese de kalamıyordur, belki de kalmaya zorlanmayı  istemiyordur, ''belki''lerin hepsi geçerli olabilir. Ben kaç defa öyle yaptım meselâ, biliyorum, sen de yaptın, hatırlasana... ''Zor'' oyunu her halükârda bozuyor be iki gözüm,  Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek var mı Allah aşkına? Olmuyorsa olmuyordur, illâ olduracağım diye tepinmenin kime ne faydası var? Sen gitmek istiyorsan toparlan git, yok o ''gideceğim'' diyorsa bırak gitsin, bu işler o kadar da karmaşık değil aslında, herkesin seçim yapma hakkı olmalı ve bu hak elbette gayet eşit kalmalı. Sahip olduğumuzu sandığımız herşeyi her an kaybedebiliriz, buna en başta bizzat kendimiz dahiliz. İlişkilerde gaye iki farklı insan olarak ''bir'' olmaksa her kasırga zaten atlatılır ama yok o değil de, ne olursa olsun illâ ''birlikte'' olmak, öyle kalmak  ya da en acısı  öyle sanmaksa işte o vakit ''yazık olur'' asıl, hayat önünden akar, sen de ona aval aval bakarsın... Ü-hüüüü, vakit de epey ilerlemiş haa, sen daha oğlanı okuldan alacaksın... Bana bak, tekrar söylüyorum, git ona da söyle aynen, sonra bir de o beni ''bir bilen'' olarak aramaya falan kalkmasın sakın! Hem ben zaten bu ikili ilişki  cambazlıklarını  beceremeyen,  artık gayet de lüzûmsuz bulan biriyim, bütün bunları da sen sordun diye söyledim, yani benden bu kadar güzelim, sizin dertlerinizle uğraşamam daha fazla, işim-gücüm var benim, aaaa!..

Arkadaşım gülümsedi, ''bilmem ki'' dedi, ''hani o da seninle buluşup konuşsa fena olmaz gibi:)'' Ona da ''böööööö!'' diye dil çıkardım tabii, sonra hesabı ödeyip kalktık, sahilde kolkola yürürken de Ortadoğu ve Balkanların en acaip, en anlaşılmaz şarkı sözlerini yazabilme becerisine sahip sanatçımız Serdar Ortaç'ın meşhur şarkısını gülerek birlikte mırıldandık:

''Hayaaaaat, beni neden yoruyosuuuun? Madem çok günaaaah, oyunu sen bozuyosuun. Lay lay   looom, sebebi çooook...'' :)



14 Kasım 2009 Cumartesi

Pazar'a kadar...

Tabii canım; üstteki fotoğrafla bağlantılı ve ''Hareketteki şiddet gayedeki hikmeti yok edermiş...'' (*) başlıklı yazıyı okumak için sadece Pazar'a kadar beklenecek, mezara kadar olacak hali yok ya... Aslında bugün de yazardım yazmasına ama akşam dışarıda olacağım, bu sebeple yazıya son şeklini verip inşaallah yarın yayınlayacağım. E siz de yarına kadar bir zahmet bekleyiniz artık anacığım:)

(*) Bana bu cümle ile esin veren değerli blog yazarı dostum Baver Ergun'a da şükranlarımı sunarım...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Çam dibinde çıra yaktım yanmadı (*) ...

İstesek de yanamazdı zaten, zira İzmir'e müthiş bir yağmur yağmaktaydı ben Çamdibi'ne, sevgili Çiçek ailesinin evine misafirliğe giderken... Yukarıdaki fotoğrafta Gülşen ve Arif Çiçek çiftini görmektesiniz. Arif Bey'e benim pekçok müşkülümü bir çırpıda hallettiği, hâttâ bununla sınırlı kalmayıp kimi zaman annemin bile imdadına yetiştiği için rahatlıkla benim sağ kolum denebilir, eh, güzel eşi Gülşen de tabiatıyle kızkardeşim kabîlindendir...

Gittiğim hemen her coğrafyada, her şehirde gece fotoğrafları çekmeyi sevmişimdir, yağmurla yıkanan sokakları fotoğraflamak uğruna şahsımın ve fotoğraf makinemin biraz ıslanması ise benim için daima göze alınabilir birşeydir. Madrid, Londra, Roma, Toledo, Amsterdam ya da İzmir-Çamdibi, aslında hiç farketmez, çünkü gece dokunduğu herşeyi değiştirir, hele böyle çok yağmurlu gecelerde her yer sanki olduğundan fazla güzeldir...

Fotoğraf çekerken kimi tuhaflıklar denemeyi de severim böyle, bloglarımı ötedenberi takip edenler zaten bilir. İşte burada ıslak silueti görülen de İzmir'in eski ve geleneksel semtlerinden Çamdibi'dir, vaktiyle anayurtlarından göçüp gelmiş muhacir nüfusun yerleşim bölgesi olarak bilinir. Bizim Giritli akrabalardan bazılarının da halen yaşadığı, çoğunlukla aynı binada ''tutta la familia'' (*) vaziyetinde altlı-üstlü oturulan, baharda ya da yazın yapılan (Balkan Halk Danslarının en orijinal çeşitlemelerini izleyebileceğiniz) bol eğlenceli, çalgılı-çengili, kimi zaman dünür kavgalarıyla bitebilen sokak arası düğünleri, herkesin iyi ya da kötü, muhakkak bir anısının bulunduğu ''Arzu Düğün Salonu'' , maç tutkunlarının ve semt delikanlılarının takıldığı ''Havuzlu Birahane''si, benim beslenme alışkanlıklarıma pek uymasa da ''Kokoreççi Asım Usta''sı, spor klübü ve bandosu ile meşhur, eski mahalle ruhunun aynen yaşatıldığı sevimli, samimi ve sıcak bir atmosferdir. Belki de sırf bu sebepten benim pabuçlarım, çizmelerim, çantalarım hâttâ bazı takılarım, saatlerim, gözlüklerim bile yaşadığım semt Bostanlı'da değil, halen orada tamir edilir, boyanır, topukları çakılır, sökükleri dikilir, pilleri takılır, kayışları değiştirilir, ipi-sapı onarılır. Köpek kız Fadik'in kaynatmalık kemikleri Çamdibi Ata Kasabı tarafından ayırılır, alınıp getirilir, hastalanıp bozulan ve umutsuz vaka gibi görünen kimi elektrikli zımbırtılar da gene Arif Bey sayesinde Çamdibi'nde iyileşip sapasağlam eve gelir :) Bakmayın, bu karede böyle deli deli yağan yağmur da figürandır yani, senaryonun başrol oyuncusu değildir...

Güzel gözlü Gülşen kızın kökleri Makedonya/Üsküp'tendir, bu kesinlikle doğru bilgidir zira kendisinin yöreye has, tam dokuz metre kumaştan dikilen beyaz gelin şalvarına sahip olduğu tarafımdan aynen tespit edilmiştir. Hâttâ; bu muazzam şalvarı vakti-zamanı geldiğinde inşaallah Gülşen'den ödünç alıp ben de giyeceğimdir, sırma cepkenli, geniş şalvarlı Üsküp yöre kıyafeti içinde orta yerde şöööyle bir döneceğimdir:) Kurduğu harika sofrada da misafir ben olduğum için ''et'' yoktur ha, sanmayınız ki onlar cümleten vejetaryendir:)

Mercimek çorbası, zeytinyağlı taze fasulye, ev turşusu, cacık, ortaya karışık salata veeeeee... Canım Gülşen'in benim için elceğizleriyle sardığı zeytinyağlı yaprak sarması, e valla daha ne istenir? Yemeğin ardından önce ''taraça''ya (*) çıkılır, gece ve yağmur fotoğrafları çekilecek diye sülalecek seferber olunur, oraya-buraya tırmanılır, çatılardan, damlardan sarkılır, şap şap sulara basılır, hep beraber ıslanılır:) Sonra oturma odasına geçilir, bol köpüklü kahveler, tavşankanı çaylar içilir, albümler ortaya dökülür, fotoğraflarla eski zamanlara, düğünlere, sünnetlere, ölülere, dirilere, kınalara, sözlere, nişanlara, doğumlara, asker uğurlamalara gidilir, keyifli sohbetler edilir. Bu arada ''yağmur yağıyor, seller akıyor, evin iki ufaklığı Taha ve Abdülkadir oğlanlarla beraber Handan Teyze de camdan bakıyor'' tekerlemesi söylenir:) Beni Çamdibi'ndeki şirin evlerinde ikinci kez muhteşem ve gene çok içten bir misafirperverlikle ağırlayan bu ''çiçek'' gibi aileye tarafımdan elbette sevgiyle teşekkür edilir. Sonra ''until the next time...'' (*) denilerek vedalaşılır, en alt katta oturan büyük Çiçek anneyle kucaklaşılır, babaya selâm bırakılır ve usulca yağmura karışılır. Artık gecenin başka bir tarafına doğru gitme vaktidir, gidilir...


....................................................................................

(*) ''Çam dibinde çıra yaktım yanmadı...'' Hayrettin Akçay'dan alınan Erzurum türküsü...

(*) Cümleten, ailecek, bütün akrabalarla bir arada... (İtalyanca)

(*) Teras kelimesinin yerel söylenişlerinden biri... (Egece)

(*) Bir dahaki sefere kadar... (İngilizce)

Ve bu da bir video linki, konuyla alâkasız belki ama yeni keşfettim ve çok beğendim, bu iki insanı ve halen süren arkadaşlıklarını zaten hep sevdim, meraklısı tıklayıp izleyebilir... İzlemek istemeyen içinse haliyle yazı burada bitmiştir, sağ üst köşedeki ''x'' işareti tıklanarak artık gidilebilir:)



8 Kasım 2009 Pazar

Olsa dükkân sizin...

De... Yok, valla bu defa mecburiyetten kapalıyız anacığım...

Banyodaki flaşsız, yani bilhassa ışıksız, göze zararsız fotoğraf çekimleri çok matraktı hakikaten, paylaşalım istedik, siz de bu Pazar bu kadarıyla idare edin artık:) Hadi, herkesi ''göz''lerinden öpüp, göz doktoruma yakalanmadan kaçtım ben...

7 Kasım 2009 Cumartesi

''Mi'' soru eki...

Geçtiğimiz Çarşamba gecesi sağ gözümde anîden başlayan ve ertesi sabah ''Bloody Mary'' vaziyetinde uyanıp aynada kendime bakınca ''Oh-ha, bu ne lan?!! Dün gece korku filminde mi oynadım ben farkında olmadan? Vay anasını sayın seyirciler!..'' dememe sebep olan ''konjunktiva altı kanaması'' kimilerinin dediği gibi bilgisayarımdan, kitaplarımdan ve yazmayı plânladığım yazılarımdan bir müddet uzak kalmamı gerektirebilir ? ''Hayrola, kafanı bir yere mi çarptın, kaza falan mı geçirdin, gözünü kan bürümüş, he he:) vs. vs.'' şeklindeki yorumlara müsait cevap konuya tıbben açıklama getirmek olur, yoksa en pratiği yaradana sığınıp atılacak sağlam bir kafa darbesi ? Bu gibi bir uygulama gözümü daha mı beter eder, yoksa şak diye eski haline getirebilir ? İkidebir çalan ve bana nefes aldırmayan cep telefonu klozete atılıp üzerine sifon çekilirse acaba susup beni rahat bırakabilir ? Telefonla su siparişi verdiğim bayi günün birinde beni nihayet doğru anlayarak, tekrar telefon edip ''pardon, su kaç bidon olacaktı, yanlış not almışım da, kusura bamya abla, bla, bla, bla...'' demeden bir defada siparişimi getirebilir ? Köpek kız Fadik, artık şu yoksulluk pratiğini terkederek kemiklerini zor günler için oraya-buraya saklamadan, direkt mama kabının içinden yiyebilir ? Kedi oğlan Oralet geçirdiği onlarca operasyondan ve her defasında aldığı narkozdan en sonunda usanıp çişini artık plastik sondası olmadan da yapabilir ? Sevgili doktorum Can Kopal habire aritmi tablosuna giren kalbinin atışlarını düzene sokarak, önümüzdeki hafta artık beni muayene etmek üzere buraya gelebilir ? Gözüm yüzünden Pazar yazım gürültüye gidebilir ? Kahve makinesi şu ''espresso''yu mümkünse biraz daha açık ve hafif hazırlayabilir ? Sevgili biraderim Halûk acaba Japon usûlü gerçek bir ''tempura'' yapma plânını başarıyla gerçekleştirebilir ? Formülü tutarsa tempurasından birazcık da bana getirebilir ? :) Biraderimin kafaya taktığı bu lezzetli Japon şeysi ile ilgili daha ayrıntılı bilgi isteyen varsa, bir zahmet aha da şu linke tıklayabilir ? Kitabım ''Tırmık İzi''nin yayıncısı, değerli editörüm, iyi şair, sıkı sinema yorumcusu Rasih Yılmaz bazı konulardaki tahminlerinin aynen, birebir isabetli çıkmasından dolayı gözümde neredeyse evliya mertebesine yükselmiş olduğundan, kendisi için o henüz hayattayken (ömrü bereketli olsun dilerim) Tophane civarında yaptırmayı plânladığım etrafı bol kedili-köpekli, bahçesi nargileli ''Rasih Baba Türbesi'' fikrimi de acep destekler ? :)

Eh, bu gözle bu kadarı kâfî sanırım, müsaadenizle artık bu yazı burada bitebilir ?..

6 Kasım 2009 Cuma

Burç meselesi...

''... ve Tanrı bir sabah oniki çocuğun önünde durdu ve her birine yaşamın tohumlarını ekti. Çocuklar kendilerine verilen armağanı almak için birer birer öne çıktılar...'' diye hikâyesine başlayan Martin Schulman zodyak sıralamasına göre burçları teker teker anlattıktan sonra sıra geliyor en sonda olan ''Balık'' burcuna. Balık benim burcum, e dolayısı ile burada kendime bir miktar torpil geçiyorum:) Diyor ki Tanrı:



“BALIK!.. Sana hepsinden daha güç bir görev veriyorum. Senden insanların üzüntülerini toplayıp bana geri getirmeni istiyorum. Senin gözyaşların sonunda benim gözyaşlarım olacak. Senin topladığın üzüntüler insanların beni yanlış anlamalarından doğmuş üzüntülerdir, fakat senin onlara vereceğin şefkatle onlar yeniden beni anlamaya çalışacaklardır. Bu güç görev için sana en büyük armağanımı veriyorum. Sen oniki çocuğum arasında beni tek anlayan olacaksın, fakat bu anlayış yalnız senin içindir, sen onu insanlara anlatmak istediğinde onlar seni dinlemeyeceklerdir.” Ve Balık da yerine çekildi...


''Hey güzel Allah'ım, ne diyeyim ki ben şimdi?..'' fikri içinde karmik astroloji uzmanı Martin Schulman amcama teessüflerimi bildiriyorum, yâhû bu nasıl armağan? Öteki burçlara laylaylom, bize gelince... Neyse... Ben gene de mensubu olduğum bu kederli burcu seviyorum:) İlgili yazıyı gönderen sevgili Navanalini'ye de teşekkür ediyorum...

4 Kasım 2009 Çarşamba

Hakiki...


Canım arkadaşım, sevgili olay yeri foto muhabirlerimden Baturhan Atabey dedi ki: ''HAYATINDAKİ HAKİKİ PRENSİ BULANA KADAR BİRKAÇ KURBAĞA ÖPECEKSİN TABİİ ŞEKERİM...'' :) Bu durumda ben de diyorum ki; ''aman ha, ruj izli kurbağalardan uzak durun, onlar daha önce binbir umutla öpülüp aynen kurbağa vaziyetinde kalmış olanlardır, hiç boşuna beklemeyin, prens-mrens çıkmaz onlardan...'' Kulağa küpe olsun, dudağa ruj, demedi denmesin sonra:)

Demiştim veeee... Benim sevgili olay yeri foto muhabirim oturmuş, yazım için bu çalışmayı yapmış bile:) Hiç üşenmez, bilirim, pekçok yönü ile babası rahmetli ve hâlâ hepimiz için çok sevgili Erol Atabey amcama benzer. İşte sayfamın sembolü yakışıklı kurbağam ruj izlerine bulanmış, gayet zampara bir görünümde, ne dersiniz, acaba kime ve neye göre bu ''uygunsuz vaziyet''de?.. Canım arkadaşıma değerli ve yaratıcı katkıları için her zamanki gibi gönülden teşekkürlerimle :)

2 Kasım 2009 Pazartesi

İşte bu!..

Bu aslında bir film sayılmaz, yani klasik anlamda bir film izlemek üzere ''This Is It''e gidecek olanlar beklediklerini bulamayacak, bunu baştan söyleyeyim. Bu çalışmaya daha ziyade ''prova görüntülerinden oluşturulmuş bir kolaj'' denebilir. İçinde pek az konuşma olduğunu, filme müzik ve dansın hükmettiğini de belirtmek gerekir. Artık ''ölü bir pop kralı'' olan Michael Jackson'un yaradılıştan yetenekli ve son derece titiz, hiçbir ayrıntıyı kaçırmayan, atlamayan bir sanatçı olduğunu anlamak için bu filme gitmek gerekmiyor tabii ama hâlâ bundan kuşkusu olanlar varsa izlemeleri yerinde olur derim...


Evvelâ; son derece zayıf görünüyor, evet ama zaten hiçbir zaman tombul biri olmadığı düşünülürse bu insana çok da şaşırtıcı gelmiyor doğrusu, çünkü sağlıksız ve tükenmiş bir görüntüsü yok. Sadece biraz tuhaf denebilir, bu da estetik ameliyatların sonucu zaten. Siyah camlı gözlükleri neredeyse hep gözünde, kısa paçalı, payetli, dar pantalonlar ve parlak renkli, uçuşan gömlekler giyiyor, yalnızca birkaç provada eşofmanla görülüyor. Saçları hep aynı, dalgalı, arkadan bağlanmış ve perçemleri yüzüne düşüyor. Beni alâkadar eden görüntüsü değil zaten, daha bu büyük konser dizisinin provaları tamamlanmadan ansızın ölecek ve dünyayı yerinden sıçratacak bu adamın hemen hemen hiç değişmeyen yumuşak, sakin ve hayli çekingen ses tonu, son derece mütevazı tavrı... Baştan sona herşeyi kontrol ediyor, herşeye o hükmediyor ama bunu o kadar kibarca ve dayatmadan yapıyor ki, ''bu adam kimseye bilerek zarar vermiş olamaz, kendisi hariç'' dedirtiyor izleyene. En sık kullandığı cümleler ''I love you'' ve ''God bless you''. Kimseye bağırmıyor, kimseye ''ben kralım ulen!'' kaprisi yapmıyor, kimseyi incitmiyor, kafasındakini hayata geçirmek için o yaşta manyak gibi uğraşıyor, olmuyorsa baştan alıyor, sinirlenmiyor, tepinmiyor, adam gibi işini yapıyor. İstediğini yakalayana kadar kan-ter içinde çalışıyor. Bunu muhteşem ve göz kamaştıran bir enerji ile yaptığını görmek insanı onun kısa süre sonra pat diye öldüğü gerçeğinden uzaklaştırıyor, bu size acaip bir şaka gibi geliyor...


Özellikle dünyanın akıbeti ile ilgili sözlerinin yer aldığı kısım çok etkileyici, o yumuşacık ve hafif sesi ile diyor ki ''insanın üzerinde yaşadığı dünyaya verdiği zararlar gerçekten çok sinirimi bozuyor, bazı şarkılarımı sırf bunun için yazdım, insanlar uyansın istiyorum, artık fazla zamanımız kalmadı, verdiğimiz zararları düzeltmek için dört yılımız var, bunu başarmak, elimizden geleni yapmak zorundayız''... İşaret ettiği tarih Antik Maya takvimine göre ''zamanın sonu'' olarak nitelenen 2012 yılı, bunları söylerken üzerinde ''ben göremeyeceğim ama?..'' hali hiç yok, her zamanki MJ işte. Bedeninin her kısmına söz geçirerek harika dans ediyor, şarkılarını orkestra eşliğinde canlı söylüyor, çalışmanın her adımında aktif olarak varoluyor, bol bol gülümsüyor ve durmadan lolipop yiyor:)


Sırf ''show business/gösteri sanatı'' denen hikâyenin ne menem birşey olduğunu ve sağlam bir ekip çalışması ile neler yapılabileceğini görmek için bile gidilir ''This Is It''e, çünkü ekibinden bir sanatçının da ifade ettiği gibi ''onunla çalışmak sınırları zorlamak anlamına geliyor ve dünyada pek az insan bu olağandışı şansa sahip olabiliyor''... ''Du...'' demek gerekiyor artık tabii, çünkü o kadar masraf, emek ve heyecan Jackson'un anî ölümüyle adetâ sırtından bıçaklanmış oluyor, geriye yalnızca ''This Is It''i oluşturan prova görüntüleri kalıyor. İyi ki kalıyor, bunları izlemek insanın varlığına çok şey katıyor. ''Sanatçı'' dendiğinde ne anlamamız gerektiği üzerine de bir kez daha düşündürüyor. Sözün özü; bazıları ışığıyla gelip, o ışığı daha da parlatarak gidiyor...


Ek ve de dip: Tanıdığım en sadık Michael Jackson hayranlarından biri olan değerli dostum Turhan Günay'ın kişisel web sayfası bu filmden sonra sanki daha bir lezzetleniyor, bana defalarca ve yeniden ''eline sağlık be Turhan'' dedirtiyor. Meraklısı için; oraya işte buradan gidiliyor...